HOŞ GELDİNİZ

Siyasetçi doğru olanı değil , uygun olanı söyler.

12 Aralık 2020 Cumartesi

 Muhteşem bir analiz

TAHA AKYOL

Yüksek yargıçları atayanlar politikacı olursa

Evet, yüksek yargıçları atayanlar politikacılar olursa ne olur? Politikacı dediğim, ister partili Cumhurbaşkanı, ister parlamento üyeleri, fark etmez.

ABD’de Yüksek Mahkeme üyelerini partili başkanlar atıyor.

Fransa’da, Almanya’da, İtalya’da yüksek yargı ve HSK üyelerinin atanmasında yürütme erki ve parlamentolar çok etkilidir.

Madem böyle, bizde de olmasında ne sakınca var?

Çok sakınca var, yakından bakalım…

TRUMP’IN SEÇTİĞİ YARGIÇLAR

Amerika’da, Trump yanlısı Cumhuriyetçi Partili Teksas Savcısı Ken Paxton dört eyaletteki seçim sonuçlarına Yüksek Mahkeme nezdinde itiraz etti. 18 Cumhuriyetçi eyalet savcısı da onu desteklemişti. 

Yüksek Mahkeme yargıçları Başkan tarafından atandığı için, çoğu Cumhuriyetçi muhafazakar hukukçulardır. Dahası, 9 üyeden son üçü Trump tarafından atanmıştır.

Buna rağmen oybirliğiyle itirazı reddettiler!

İtiraz baştan sakattı, hukuk profesörleri alay etmişlerdi.

Yargıçlar ideoloji gözlüğü takmadılar, “bizden” diye bakmadılar. ‘Beni Trump atadı’ diye bir minnet, bir itaat duygusuna da kapılmadılar. Hukukun gereğini yaptılar!

Her zamanki kabalığıyla Trump Yüksek Mahkeme’yi “bilgelikten yoksun” ve “cesaretsiz” diye aşağıladı.

WSJ’de Senatör Ben Sasse’ın şu sözleri yargıya güvenmenin vatandaşlar için nasıl yüksek bir değer olduğunu ifade ediyor:

“Hukuk devletine önem veren bütün Amerikalılar, Trump’ın atadığı üç üye dahil, Yüksek Mahkememiz bu saçma dosyayı kapattı diye huzur duyabilirler.”

Vatandaşına böyle huzur ve güven hissi verebilmek yargıçlar için ne büyük bir onurdur, değil mi?

SİSTEM AYIKLIYOR

Bunun sebepleri var: Evvela yargının ve yargıcın bağımsız ve tarafsız olması gerektiğine dair güçlü ve köklü bir kültür… 

Herhangi bir ideoloji, bir dava hukuktan üstün sayılıyorsa orada bu kütür gelişmez, aksine hukuk araç düzeyine düşer, yargıç da alet…

Amerika’da kuruluşundan beri kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı cumhuriyetin ve siyasi kültürün temel özelliklerinden biridir.

İkicisi ve belki daha önemlisi, sistemin yargıca bağımsız olma onurunu ve güvencesini vermesidir. ABD’de başkanın atamaları Kongre’nin denetiminden geçer. Adaylar Senato’da kamuya açık olarak sorgulanır: Özel ve mesleki hayatında bir toz zerresi varsa, ortaya çıkar. Bu sayede Başkanlar, “sadakat”ten çok “liyakat”i gözetme, Kongre’den geçebilecek ılımlı ve temiz isimleri seçme ihtiyacını duyarlar. 

1987’de Reagan aşırı politize Robert Bork’u Yüksek Mahkeme’ye atamak istedi, kendi partisinden bile itirazlar gelmesi üzerine ılımlı yargıç Anthony Kennedy’i aday gösterdi ve Senato’da oybirliğiyle onaylandı. 

2005’te Bush, danışmanı Harriet Meirs’ı aday göstermek istedi, “hukuk bilgisi yetersiz” diye eleştiriler geldi, onun yerine aday gösterdiği yargıç Samuel Alito Senato’da onaylandı.

Orada böyle bir ayıklama mekanizması var.

Yargıçlar ömür boyu atandıkları için, siyasi konjontüre göre çabuk değişmeyeceği gibi gelecek beklentisi duymadan da karar verirler. 

BİZDE NASIL?

2017’de Trump’ın Yüksek Mahkeme üyeliğine aday gösterdiği muhafazakar yargıç Neil Gorsuch, Senato’da sorgulanırken, nasıl imrenmiştim bilemezsiniz; bizde de yüksek atamalar “Gazi Meclis” tarafından böyle didik dedik sorgulansa diye…

Gorsuch saygın bir hakimdir; halen üyedir ve Trump’ın itirazını reddetmiştir. Senato’da hukuk bilgisi sorgulanırken şöyle demişti:

“Bizim anayasamızın dehası, kuvvetler ayrılığıdır.”

Fransa’da “küçük adam” Sarkozy “Ermeni soykırımını inkar etmek suçtur” diye kanun çıkarmıştı. Üyelerinin bir kısmı doğrudan politika kökenli olan Fransız Anayasa Konseyi, Sarkozi’nin atadığı üyeler dahil, bu kanunu iptal etti. (28 Şubat 2012)

Şimdi bağımsız yargı Sarkozy’yi yargılıyor, yolsuzluk suçundan.

Almanya’da, Japonya’da niye yargı kavgaları yok; güven var da ondan.

Bizde yargı bağımsızlığı kültürü maalesef zayıftır.

Bizde yargıyı tarafsız ve bağımsız yapacak denetim süzgeçlerine, CB sisteminde yer verilmemiştir.

Partili cumhurbaşkanının atamalarında Meclis’in hiç ama hiç denetimi yoktur.

Ve endişe ediyorum, yeni atamalarla daha da mı bozuluyor diye!

23 Kasım 2020 Pazartesi

 




06 / 04 / 2005   SABAH

      

Derin devlet ama kiminki?

Yavuz Donat ustanın önce Demirel'le aralamak istediği 'derin devlet' kapağının altına bakmamak için epey direndim. Fakat Evren 12 Eylül ihtilalini kutsarcasına derin devletten söz edince susmanın bana haram olduğuna hükmettim.

Derin devlet meselesini köşe yazılarımda ve katkı yaptığım televizyon dizilerinde bir hayli işleyip kurcalamış biri olduğum az-çok bilinir. Bu ilgimin iki sebebinden birincisi, PKK'yı Türkiye'nin belli bir yöresinde adeta devlet haline getiren sürecin mimarlık çalışmalarını kavrama arzusudur. İkincisi de, yine bununla ilintili olmak üzere 28 Şubat sürecini hakkıyla okuyabilme çabası.

Doğrusu bu iki alanda, ne komplo teorileri beni tatmin edebiliyor, ne de 'komplo yok' tezi durdurabiliyordu. Pek çok soru askıda kalmakla beraber nihayet bir kanaate vardım:

-Ortada komplolar var ama senaryo tek elden çıkma değil. Bir sürü küresel ve bölgesel mizansen bir tek drama merkezince tasarlanmış olamaz. Birileri şu sahneleri yazmış, başkaları bu sahneleri. Çıkarlar birbirine karışmış, zıtlar buluşmuş, kardeşler kutuplaşmış. Pislik boğaza kadar ulaşmış, kimde ne kadarcık temizlik kaldığı fark edilemez olmuş.

Bütün bunlardan çıkardığım temel sonuç yalındı:

-Türkiye'de değil derin devlet, sığ devlet bile yok.

Onun için su sütunlarda defalarca 'Atatürk'ten sonra Türkiye devlet olmaya veda etmiştir' diye yazıp durdum. Ayrıca bin yerde, bin kere 'Türkiye'de derin devlet yok, derin çeteler var' dedim. Şimdi daha açık söylemek istiyorum:

-Türkiye'de; iyi veya kötü, karanlık veya aydınlık, tamamen bu ülke için düşünen ve uygulayan, tamamen bu ülkenin kendi dinamikleriyle oluşmuş bir derin devlet yapılanması yoktur. Kendini derin devlet diye satmaya çalışan birtakım birimler ve kurumlar vardır ama bunların bazıları tamamen, bazıları kısmen kokuşmuş ve derin çete halini almıştır. Derin çetelerimizin bazıları tamamen veya kısmen yabancı gizli servislerin denetimine girmiştir. Dolayısıyla bu topraklarda Türkiye'nin kendi derin devleti değil, başkalarının derin devleti karanlık icraatlarını sürdürmektedir.

Şurası muhakkak ki yeryüzündeki bütün devletler ve bütün derin devlet çarkları birer suç örgütü niteliği taşıyabilir. Gizli veya açık, derin veya sığ; bütün devletler şu yahut bu ölçüde haksızlık yaparlar, hatta zalimdirler. Sözgelimi Türkiye, dış güdümlü bölücü fitne karşısında kendini savunurken sık sık sapla samanı karıştırmış, bir kısım vatandaşlarına utanç duyulacak muamelelerde bulunmuştur. Ayrıca bölücü fesada karşı yürütülen derinliksiz mücadele gerçekte fiyasko ile neticelenmiştir. Sözde müttefiklerimizin dahi silahlı desteğini almış eşkıya karşısında sağlanan kesin askeri başarıya rağmen bugün belli illerimizde devletin başı Öcalan'dır.

Evren'in derin devlet muhabbetine balıklama dalması ve 12 Eylül'ü aklamaya çalışması esasen bütün evrensel kabullerimize ve dolayısıyla bütün demokrat insanlarımıza hakarettir. Bir kere açık devletin cumhurbaşkanı ve başbakanına mahrem bir yapılanma derin devlet değil, tanımı gereği ancak derin çete olabilir. Bu böyle olduğu içindir ki, 12 Eylül'ün sabahında bir başka ülkenin başkanı, gizli servislerinin Türkiye'deki istasyon şefi tarafından şöyle uyarılmıştı:

-Bizim çocuklar becerdi.

12 Eylül eğer söylendiği gibi gerçekten bir derin devlet müdahalesi ise, kesindir ki o derin devlet Türkiye'ye değil, başka bir ülkeye aittir! 11 Eylül 1980'e kadar Türkiye kan gölü halindeyken 12 Eylül günü terör eylemlerinin tek düğmeyle durdurulmuş gibi birdenbire kesilmesindeki sır, her hatırlanışta bir karanlığın tükürüğü gibi suratımıza yapışırken hala ihtilal savunuculuğu yapabilmek ne demektir? Bu tavır tezimizin itirafıdır:

-Türkiye Atatürk'ten sonra devlet olmaktan çıkmıştır.

Gazi gideli beri ne Cumhurbaşkanlığı, ne de başbakanlık makamına hakiki devlet adamı oturtabilmiş değiliz. Yerli Sovyetçilerimizin de derin katkıları sayesinde, NATO ile birlikte başkasının derin devleti içimize çökmüş ve Türkiye Cumhuriyeti de bağımsızlık davasından vazgeçmiştir. Böylece başlayan mutlak güdülme sürecinde şöyle veya böyle sorumluluk almış birtakım zevatın kendilerinden menkul kerametleri bu gerçeği örtemeyecek, tarih onlara 'devlet adamı' sıfatını layık görmeyecektir!

Belki bir gün, bazıları için 'başka devletin adamı' diye yazılacaktır.

18 Mayıs 2020 Pazartesi

TAHA AKYOL 'dan bir klasik , muhteşem

Siyasette öfke ve hakaret yerine eleştiri ve müzakere dilinin hakim olması gerektiğini yıllardan beri yazarım. ‘Memleket masası’ başlıklı yazımda da bu öneriyi doğru bulduğumu, partilerin arasında diyalog olması gerektiğini yazmıştım. 
Akşener’in bu teklifini Kılıçdaroğlu ile Davutoğlu’nun desteklediğini, Bahçeli’nin “her zamanki öfkeli ve hakaretli üslubuyla karşı çıktığını” yazmıştım. Bahçeli bana tepkisinde de bu “öfkeli ve haraketli” üslubunu sergiledi.

Bunu hep yapıyor. Başbakan Erdoğan’a neler söylemişti, neler…
Bizde politika hayatında öteden beri bu dil yaygındır. Ama ben politikacı değilim.

Yardımcısının kin ve tehdit dilini ise burada söz konusu bile etmem. Bu ülkede Lozan’a bile hakaret ediliyor; madem tarihçidir, oturup bir broşür bari yazması, akademik çalışmalarıyla öne çıkması gerekmez mi? Hayır işi gücü hakaret.
Atalarımız ne demiş, “üslûb-ı beyan, ayniyle insan.” Nokta…
BARİKA-İ HAKİKAT…
Siyasetin sorunlara, verilere, araştırmalara bakması gerekirken, kişilere hakarete odaklanması bizim yüz elli yıllık sorunuzdur. Bu yüzden sorunlarımızın çözümü hep gecikti.
Bizde parlamento, kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti, fikir hürriyeti kavramlarının öncüsü olan büyük Namık Kemal, Londra’da çıkarabildiği Hürriyet gazetesinin 14 Haziran 1869 tarihli sayısında bu sorunu ele almıştı. Yazısının başlığı bir hadis-i şerifti: “İhtilafu ümmetî rahmetün.”

Yani fikirlerin çeşitli olması rahmettir.

Namık Kemal’in “Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar’’ sözü de bunun tefsiri gibidir.
Kemal, yazısında Avrupa’daki “ihtilaf ve münazara usulü”nun ilerlemelere yol açtığını anlatarak, “itirazdan niçin korkulsun?” diye soruyordu. Sözü bize getirerek şunları yazıyordu:

“Niçin bizim devletimizde geçerli değildir? Ve sebep nedir ki fikir ayrılığı üzere bulunanların imhalarına kadar çalışılır?.. Farz olunsun ki, muhalif görüşlerde bulunanlar görüşlerinde isabet etmemiş olsunlar… Niçin onların delilleri meydana konulup ikna ve ilzam edecek yerde yalnız şahıslarına husumet olunuyor ve meselenin kendisi bırakılıp şahsi garezlerle uğraşılıyor?..”
Kısmen sadeleştirdiğim bu uzun yazının tam metni için Vakıf Bank’ın çıkardığı “Namık Kemal’in Hürriyet Gazetesi” adlı kitaba bakabilirsiniz. (Cilt 2, s. 2-5)
HATALARA MAHKUM OLMAK
Namık Kemal’in özellikle “meselenin kendisi bırakılıp şahsi garezlerle uğraşılıyor” ifadesine dikkat... Hâlâ böyle değil mi?
Sorun-odaklı ve verilere dayalı tartışma yerine kişilere kolayca hakaret ederek asıl sorunun gözden kaçması, çözümsüz kalması… 
Siyasetin şahsi güç kavgasına dönüşmesi...
Kişisel karizmaların ve kişisel husumetlerin yön verdiği bir siyasi kültür ne kadar sağlıklı olabilir?  Ülkenin ciddi araştırma, müzakere ve uzlaşma gerektiren sorunları böyle çözülebilir mi? Dünya ile böyle yarışabilir miyiz?
Fikir hayatımızın büyük beyinlerinden Cemil Meriç’in yazdıklarını hatırlıyor musunuz?
Tek ortak duygu düşmanlık. Diyalog yok… Münakaşa, hakikati birlikte aramaktır. Hakikat bin bir cepheli, bin bir görünüşlü. Karşınızdaki, görmediğinizi gösterecek size. Farklı düşündüğü ölçüde yaratıcı ve öğreticidir… Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak kendimizi hataya mahkum etmek değil midir?..” (Bu Ülke, s. 54-55)
Cemil Meriç’in feryadı, Namık Kemal’in feryadı ile aynı değil mi?
21. YÜZYILDA
Bu ülke “fırkacılık”tan, partizanlıktan çok çekti. Hatta Rumeli’nin kaybında bu hastalığımızın da etkisi vardır.
Birbirlerine hain dediler, alçak dediler. 
Her devirde böyle kutuplaşıyoruz.
Parçanın, partinin kavgasını yaparken bütüne, ülkeye verdiğimiz zararı gözümüz görmüyor.
Sağımızda da solumuzda da bu ayıp vardır.
Cemil Meriç’in “diyaloğun olmadığı ülke” diye yakınması bu yüzden değil mi?
Biliyorum bu yazdıklarımın siyaset üzerinde hiç ama hiç etkisi olmayacak. Bizde siyaset büyük ölçüde güç savaşı çünkü…
Ama 21. yüzyıldayız artık.

Politikalarda hamaset ve husumetten çok rasyonelliğin ve yönetişimin ülkeler için daha gerekli hale geldiği bir çağ…
Bizler, biz vatandaşlar, seçmenler, hele de eli kalem tutanlar, topluma bir şeyler söyleyenler husumet yerine diyalog dilini, hamaset yerine müzakere kültürünü geliştirmek zorundayız. İyimserim, şehirleşme ve eğitim bu faktörü güçlendiriyor.

12 Nisan 2020 Pazar



( Dedemi  anlatan www.marastanhaber.com.tr 'ye teşekkür ederim  )



Milli Mücadele kahramanlarından Vezir Hoca (Mehmet Alparslan)


Gazi. Milli Mücadele Kahramanı. 1882’de Maraş’ta doğdu. Aslen Cerit aşiretinden olup, ailesine Maraş’ta Vezirler denir. Asıl ismi Mehmet’tir. Babası ilmiye sınıfından Mehmet Eşref Efendi, annesi Zehra Hanım’dır. Rüştiyeyi Maraş’ta okur.



 



Gazi. Milli Mücadele Kahramanı. 1882’de Maraş’ta doğdu. Aslen Cerit aşiretinden olup, ailesine Maraş’ta Vezirler denir. Asıl ismi Mehmet’tir. Babası ilmiye sınıfından Mehmet Eşref Efendi, annesi Zehra Hanım’dır. Rüştiyeyi Maraş’ta okur. Bektutiyye Medresesi müderrisi Mehmet Efendi’den dini ilimler tahsil eder. Sonra tahsilini ilerletmek için Haleb’e gider. Halep’te Urfa’lı Şeyh Hüseyin Efendi ve Büyük Fakih Şeyh Zerka gibi alimlerden istifade eder. İlim öğrenir. Daha sonra İstanbul’a gider. Fatih Dersiamlarından Ferezli Hacı Eyyup Efendi’nin ders halkasına dahil olur. 1328’de bu zattan icazet alır. Kadılkudata girer. Fakat Harb-i Umumi çıkınca mektep kapatılır. O da memleketine döner. Darülhilafe müderrisliğine başlar.



Otuzbin kıta şiiri ezberine alır. Elmalılı Hamdi Yazır’ın öğrencilerindendir. Mehmet Akif’le de çok yakın arkadaşlıkları vardır.



Bayrak Olayı’nın ardından Fransızların ve Ermenilerin bu yenilgiyi hazmedemeyeceğini ve Müslüman halka baskı ve zulmün artacağını düşünür ve bunu çeşitli ortamlarda dile getirir. Artık teşkilatlanmak gerektiğine inanır. Kayabaşı teşkilatını kurar ve başına geçer. Harp çıktığında oluşturduğu çetelerle bizâtihi Kayabaşı’nda çarpışır. Hiçbir şekil mevziini bırakmaz. 11 Şubat gecesi düşmanın kaçması ile şehirde kalan Ermenilerin silahlarının toplanması için oluşturulan heyette görev alır.



Maraş harbi sonrası başta Antep olmak üzere civar illerin kurtuluş harplerine katılır. Savaş sonrası Ankara’ya çağrılır ve iltifat görür.



Hem iyi bir hoca, hem de kahraman bir insandır. Savaş sonrasında Çiçekli Camiinde fahri imamlık, yapar. Göksun müftülüğünden emekli olur. 90 yaşında iken 15 Mart 1972’de vefat eder.