HOŞ GELDİNİZ

Siyasetçi doğru olanı değil , uygun olanı söyler.

27 Eylül 2018 Perşembe

İŞ BANKASI GENEL MÜDÜRÜ ADNAN BALİ'nin MUHTEŞEM YORUMU

İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali, "Güven olmadan bolluk olmaz, güven olmadan bereket olmaz. İş Bankası olarak her kritik dönemde rol almaktan, elimizi taşın altına sokmaktan hiç çekinmedik." dedi.

Bali, İstanbul Sanayi Odası (İSO) Meclisinin eylül ayı toplantısında yaptığı konuşmada, “Birbirimizi iyi anlamamız lazım, doğru mesajlar vermemiz lazım. Çözüm buralardan geçiyor.” ifadelerini kullandı.

Ülkenin zor dönemden geçtiğini belirten Bali, hiç kimsenin hatalarda ari olmadığını ve kimsenin tekil hata yapma lüksü olmadığını söyledi.

Bali, Türkiye'nin 2012’den bu yana yeni bir büyüme modeline geçememesinin sancılarını yaşadığını belirtti.

Son 10 yıl içerisinde 7 milyonun üzerinde istihdam yaratan bir ekonomi olunduğunu ama işsizliğin aşağıya çekilemediğini belirten Bali, çünkü her yıl 1 milyon civarında iş gücüne katılım olan dinamik bir toplum bulunduğunu vurguladı.

Bali, "Her yıl 1 milyon istihdam yaratırsanız, işsizliği aynı seviyede tutabilirsiniz. Büyümeyi hızlandırdığınızda tasarruf açığının varlığı sizi dış kaynaklara baskılıyor, cari açığın sürdürülebilirliği tartışma konusu haline geliyor. Büyümeyi düşürmeye kalktığınızda bu defa bir taraftan işsizlik, bir taraftan ekonominizin dayanmakta olduğu mali disiplinin de sonucu olan vergi gelirleri dahil onun olumsuz etkilenmesi. Bu sarmaldan çıkmanın tek yolu da katma değerli farklı bir büyüme modeli ile aynı zamanda tasarrufları da artırarak iç kaynakların buradaki payını büyütebilmek." değerlendirmelerinde bulundu.

- "Güven ortamı kuvvetlendirilmeli"

Adnan Bali, dünyada likidite bolluğunun azaldığını ve normalleşmeye doğru gidildiğini, bunun ABD Merkez Bankası'nın (Fed) faiz artırımlarından da gözlenebildiğini söyledi.

Türkiye'nin bu ekonomik değişkenliklerin yanı sıra hemen hemen her yıl iki seçim yaşayarak, terör olayları ve jeopolitik gerginlikler ile hatta darbe teşebbüsüne kadar giden zor bir konjonktürün içinden geçerek bu günlere geldiğini anlatan Bali, şunları kaydetti:

"Bunların arkasında uluslararası mutabakatsızlıklarımız yatıyor. Sonuçta zor bir coğrafyada artan jeopolitik gerilimlerle yaşamaya devam ediyoruz. Hep söylenir, 'Coğrafya, aile kaderdir.' Bir büyüğüm derdi ki, 'Kadere keder olmaz.' Hep beraber oturacağız, konuşacağız ve uğraşacağız. Ne kadar problem varsa onlar çözmek için gayret içerisinde olacağız. Başka çaresi yok. Sonuçta küresel ve yerel çaptaki birbirinin içine geçmiş sorunları çözeceğiz."

Bali, kur ve enflasyon artışının hangi nedenlerle kaynaklanırsa kaynaklansın bir süre sonra kendi gerekçelerini de oluşturduğunu belirtti.

Türkiye'nin ekonomik temellerle tamamen açıklanması pek mümkün olmayan bir kur atağı içinde olduğunu daha önceki açıklamalarında ifade ettiğini ve aynı görüşünü koruduğunu söyleyen Bali, bütün bunların atlatılabilmesi için güven ortamının kuvvetlendirilmesi gerektiğini vurguladı.

Tasarrufları ihtiyaçlarına yetmeyen bir ekonominin en fazla güven ortamına ihtiyaç duyduğunu dile getiren Bali, "Güven olmadan bolluk olmaz, güven olmadan bereket olmaz. İş Bankası olarak her kritik dönemde rol almaktan, elimizi taşın altına sokmaktan hiç çekinmedik." dedi.

- "Mali disiplin avantajımız"

İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali, içinde bulunulan sorunların çözümüne yönelik neler yapılabileceğini ilişkin şu değerlendirmelerde bulundu:

"Krizin temelinde yatan unsurun makro ekonomik göstergelerdeki sorunlar olduğunu düşünmüyorum. Bu yönüyle bakıldığında 2001 krizine benzemiyor. Esasen 2001'de makro temellerdeki büyük zafiyetlerden ortaya çıktı. Bir anayasa kitapçığının atılmış olması bu zafiyetle oluşan temeli bir anda çöktürmeye yetmişti. Ekonominin üç aktörü var. Birincisi reel sektör ve hane halkı, ikincisi kamu kesimi ve üçüncüsü finans sektörü. 2001 krizinde kamu kesimi ve finans sektörünün kendisi bir sorundu. O dönemin hafifletici tek unsuru hane halkı ve reel sektörün daha az borçlu oluşu idi. Bugün ise kamu kesimi ve bankacılık sistemi kuvvetli. Buna karşılık hane halkı ve reel sektör görece borçlu. Aslında bu yönetme bakımından bizlere bazı imkanlar ve opsiyonlar sunuyor. Bu problemin makro ekonomik temellerdeki zafiyetlerden değil, uluslararası siyasal mutabakatsızlıklarımızdan, özellikle bölgemizdeki mutabakatsızlıklardan olduğunu düşünüyorum. Kök nedeni mutabakatsızlıklar olan bu durum ekonomik çıktıları var ve bunu yaşıyoruz."

Bali, sadece ekonomik temellerden kaynaklanmayan bir krizin tamamen çözülmesinin sadece ekonomik tedbirlerle de olmayacağını vurguladı.

"Çok açık ve nettir ki, bölgede müttefiklik ilişkisinde olduğumuz ülkelerin politikaları bizim ulusal çıkarlarımız ile örtüşmüyor. Bu inkar edemeyiz. Bu bir süreç" diyen Bali, reel politiğin gerektirdiği müzakerelerin ötesinde bir iddia sahibi olmanın gerçekçi olmadığını söyledi.

Bali, iyimser konjonktürlerde her şeyin iyi gittiğine yönelik korolar olduğunu belirterek, "2010-2011'de yabancı muhataplarımıza işlerin onların iddia ettikleri gibi iyi gitmediğini anlatıyorduk ama ikna edemiyorduk. Bize gaz veriyorlardı. Şimdi her şey kötü, hiçbir tarafımızı yönetecek imkan yokmuşa getirdiler. İkisi de hakikate aykırıdır. Ne o kadar iyiydik, ne de bugün ifade edilen kadar kötüyüz. Artılarımız ve eksilerimiz var. Mali disiplin avantajımız." şeklinde konuştu.

22 Eylül 2018 Cumartesi

DOLAR ın yeri DOLMAZ




Doların  mayıs  2018 - eylül 2018 grafiği .Kriz yok ama dolar çıldırmış.


4 Ağustos 2018 Cumartesi

Papaz komedisi

Bir papaz için , iki ülkenin karşı karşıya gelmesi, yaptırımlar uygulaması , ilişkileri koparması olacak birşey değildir, kabul edilemez.
Bir papaz için değer mi ?
Gerçek şu ki, papaz bir semboldür ,ama işin gerisinde  ülkeleri geren bir sebep , bir rahatsızlık olabilir.
Papaz denkleminde  birçok parametre var.

Ebru Özkan
Zarrab
Hakan Atilla
S-400
F-35
İran'a ambargo
Çin kredisi
Dolar harici para kullanımı

Ama önce şunu sorgulamak gerekir. Bu gerçekten bir gerilim mi ? yoksa tiyatro mu ?

Türkiyede 40 gün önce seçim olmuştur. Bu seçime  ABD, Rusya, İngiltere ,Almanya  her zaman ki gibi müdahil olmuştur . ABD 'nin tavrı da  AKP lehinde olmuştur. Seçim kampanyasında kullanılan suriye maceralarının,kahramanlıklarının  kapısını ABD açmıştır. Baykal'ın anayasa mahkemesine gitmesiyle başlayan ve muhtar bile olamaz denilen kişinin , Siirtten parlamentoya girerek , başkanlığa kadar çıktığı süreç, ABD 'nin himayesinde olmuştur.
   Yukarıdaki parametreler  seçim öncesi de vardı ama , ABD çok rahatsız değildi. ABD nin rahatsızlığı olsa, bunu sandiğa yansıtırdı.
    Türkiyede  ABD  karşıtı  iktidarlar fazla yaşamamıştır,  Ecevit  ve Erbakan iktidarda  fazla kalamamıştı. Ama ABD ile müttefik olan Demirel iktidarları , uzun yıllar , iktidarda kalabilmiştir.
    AKP iktidarının , 16 yıl ayakta kalabilmesi de , bu dalaşmaların  gerçek olmadığı kanaatini uyandırmaktadır.  Adeta iktidara  destek vermek ve güçlendirmek için oynanan tiyatro gibi görülmektedir.

4 Temmuz 2018 Çarşamba

Hasan Köni'nin geniş ve kısa ortadoğu analizi

AMERİKA'NIN RUSYA'YI ÇEVRELEME SİYASETİNİN SONU
Hasan KÖNİ   08 Oca 2018

Amerika ile Sovyetler Birliğinin II. Dünya Savaşı'ndan sonra dünyayı iki kampa ayırarak çekişmesi sonucu, Amerika Sovyetler'e karşı yeni bir politika izlemeye başlamıştı. İzlediği bu yeni politika sayesinde Türkiye, Stalin'in baskılarına karşı koyabilmişti.

Amerika ile Sovyetler Birliğinin II. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyayı iki kampa ayırarak çekişmesi sonucu, Amerika Sovyetler’e karşı yeni bir politika izlemeye başlamıştı. İzlediği bu yeni politika sayesinde Türkiye, Stalin’in baskılarına karşı koyabilmişti. Marshall Planı’yla başlayan Amerika –Türkiye yakınlaşması, Truman Doktrini ile Türkiye ve Yunanistan’a askeri yardım yapılmasıyla devam etti. Daha sonra 1952’de NATO’ya giriş geldi. Aslında, Amerika’nın Sovyetler’e karşı izlediği en kapsamlı planı onu ‘çevreleme’ planıydı. Bu plan için Türkiye’nin başı çektiği Bağdat Paktı kuruldu. Bağdat Paktı’nın üyeleri şunlardı: Irak, Türkiye, İran ve Pakistan. Ortadoğu böyle çevrelenince, Asya’da Japonya ve Filipinlerle yapılan ikili anlaşmalarla Rusya tümüyle çevrelenmiş oluyordu.
Günümüzde bu yapılanmanın çözüldüğü görülüyor. İlk çözülme İran’la başladı. Humeyni, Fransa’dan Amerika’nın koruması altında Tahran’a inerek İran İslam devrimini başlattı. İran devrimi ilk başlarda hem Amerika hem de Rusya’ya karşıydı. İranlıların Amerikan elçiliğini basmasıyla birlikte bu düşmanlık Amerika tarafından cevaplandırıldı ve İran, Irak’la 1988’e kadar süren bir savaşa girdi. Rusya ise yayılan İslam devrimi nedeniyle Güney Doğu Asya topraklarını korumak ve Afganistan’daki kendisine taraf olan rejimi korumak için bu ülkeye müdahale etmek zorunda kaldı. Artık, İran Amerika’nın bir numaralı düşmanları arasına girmişti. Irak’a verilen roketlerle ateşkes istemek zorunda kalan İran ülke bütünlüğünü korumak için nükleer silah yapma yolunda ilk adımlarını attı ve uranyum zenginleştirme tesisleri kurdu. Uranyum zenginleştirmenin nükleer silah yapmanın üçüncü adımı olduğunu iyi bilen Amerika Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden İran’a karşı ambargo kararı çıkarttı. Ayrıca kendisi de bir takım teknik ve mali ambargolar uygulama yoluna gitti. Obama döneminde, Rusya’nın üstü kapalı desteğiyle İran’ın nükleer enerji üretimini durduran ve denetim altına alan bir antlaşma yapan Amerika Trump yönetiminde, Amerikan İsrail lobisinin desteğini almak için İran’a karşı yeni ambargolar uygulama yoluna gittiği gibi, ekonomik rahatsızlıklar nedeniyle zorlanan İran halkını ayaklanmaya teşvik edici davranışlarda da bulunuyor. Bilindiği gibi ekonomik ambargolar bir ülke halkının memnuniyetsizliğini artırmada ‘çarpan etkisi’ yarattığı için İran protestolar konusunda Amerika’yı suçluyor.
Afganistan’a müdahale eden Rusya’ya karşı Amerika, din öğrencileri olan Taliban’ı destekledi. Amerika’nın yanında  Suudi istihbarat ve parası vardı. Pakistan eski Başkan Ziya Han döneminde Amerika sayesinde muhafazakarlaştığı için Rusya’ya karşı Amerika’nın yanında yer aldı. Afganistan’da epeyce hırpalanan Rusya, diğer çeşitli nedenlerle birlikte bir çöküşe girdi ve 1990 Sovyet rejimi çöktü. Mekke ve Medine gibi İslam’ın mukaddes şehirlerinde uzun zaman varlığını sürdüren Amerikan askerleri nedeniyle bir zamanlar Ruslara karşı Amerika’nın yanında yer almış olan Usame Bin Ladin Amerika’ya karşı çıktı ve Amerika’nın yurt dışı hedeflerine karşı terör  yapmaya başladı. 2001 yılında çoğu Suudi pasaportlu İslami bir grubun New York ve Washington’da giriştiği terör saldırıları nedeniyle Amerika bir zamanlar Ruslara karşı desteklediği Taliban rejimiyle çatışmaya girişti ve Afganistan’ı işgal etti. NATO’nun da katıldığı bu savaş günümüze kadar devam ederken Amerika muhafazakarlaşmış Pakistan’ın aşırıcı örgütlerle yeterli mücadele etmediğini ve kendisini oyaladığını ileri sürerek Pakistan’a yaptığı Amerikan askeri yardımını kesmeye karar verdi. Oysa, Pakistan Kuzey Veziristan’daki aşırı uçlarla mücadele ederken onların karşıtı olan diğer aşırı uçlara destekleyip iki aşırı ucu birbiriyle çatıştırarak çözüme varacağını hesaplıyor. Pakistan aynı zamanda bu aşırı uçları kullanarak Afganistan ve Hindistan’a karşı ülke çıkarlarını bu uç kesimleri destekleyerek sağlayacağı kanısında. Ancak bu ülkenin yirmi yıllık bir aşırı muhafazakarlaşmasından sonra birden bire geriye dönüş yapması ve Veziristan bölgesindeki aşırı uçlardan kurtulmasının mümkün olmadığı gözüküyor. Pakistan maliyesinin harcamalarının çoğunun askeri harcamalar olduğu görülüyor. Bu durumda Amerika’nın yardımı kesmesi Pakistan’ı zor duruma düşürecek gibi.
Öte yandan, Pakistan hızla Çin’e yaklaşıyor ve Çin’den önemli miktarda mali destek alıyor.
Çin’in Kızıldeniz’deki askeri üssünden sonra kuracağı ikinci askeri üs Pakistan’da. Pakistan hızlı bir biçimde Şanghay grubuna kayıyor.
Eski Bağdat Paktındaki üçüncü ülke olan Türkiye’nin de Amerika’yla arası pek iyi değil. 2011’de Amerika’nın Ortadoğu politikasında diğer müttefikleri gibi rol almak durumunda olan Türkiye izlenen Ortadoğu politikası yanlış yansımalara neden olunca kendisinin derhal ters yönde ilerlemesini hemen yerine getirmesi mümkün olmadığı için Batılı ülkelerle karşı karşıya gelmiş durumda. Amerika’nın, Türkiye’nin PKK’nın bir kolu olarak kabul ettiği YPG’yi desteklemesi ve tonlarca silah ve cephanenin bu gruba aktarılması Türkiye’yi rahatsız ediyor. Türk vatandaşlarının yargılandığı nasıl sonuçlanacağı ve ne getireceği belli olmayan Zarraf davası Türk yönetimini geriyor. Irak ve Suriye’deki sorunları çözmek için şimdilik Rusya ve İran’la Astana barış sürecini geliştiren Türkiye gittikçe Amerika’dan uzaklaşıyor. Rusya’dan alacağı s-400 füzeleri Amerika ile Türkiye arasında ayrı bir sorun oluşturuyor. Amerika’nın bu tutumu devam ettiği takdirde, Cumhurbaşkanının söylediği: “Amerika ile ikili hukuki ilişkilerin sona ereceği”, cümlesi hem Türkiye’yi bağlayıcı hem de ilişkilerin geldiği noktayı göstermesi açısından çok önemli bir gösterge. Belki el altından ikili diplomatik görüşmeler, İran’la olduğu gibi, sürüyordur. Yoksa köprüler atılmak üzere.
Bütün bu gelişmelere baktığımızda bir zamanlar Rusların sıcak denizlere ve Ortadoğu’ya inmesini önlemek için Amerika’nın yapılandırmalarının artık çökmek üzere olduğu görülüyor ve Rusya Doğu Akdeniz’de kendisine sağlam bir yer edinmeye doğru gidiyor. Amerika ise DEAŞ’tan sonra elinde kalan son İslami grupları bir kez daha örgütleyerek Suriye’de varlığını sürdürme politikaları izliyor. Yirmi sene sonra Kudüs’e Amerikan elçiliğinin taşınacağını bildiren Trump yönetimi Ortadoğu halkları için hem inanırlılığını hem de ahlaki üstünlüğünü kaybetmiş durumda.

18 Mayıs 2018 Cuma

YAŞAR ERDİNÇ hocadan bir klasik. Ekonomi merakı olanlar mutlaka okumalı

Doların Fiyatı, Enflasyon ve Geçmişin Dersleriyle Geleceğe İlişkin Bir Değerlendirme

Yaşar ERDİNÇ

Ekonomi ve Piyasalar yine gündemin birinci maddesi durumunda. Bu hafta genel olarak İstanbul dışındaydım ve dün akşama doğru döndüm. Seyahat ve toplantılar olduğunda, piyasaları sadece uzaktan izleyebildiğim için, oturup etraflı bir analiz sunma imkanı olmuyor. Ama şu an fırsat bulabildim ve elimden geldiğince toplu bir analiz sunmaya çalışacağım.

Ekonomi ve finans konularına girmeden önce hepinizin Mübarek Ramazan ayınızı kutluyor, tüm dünyaya esenlik ve barış getirmesini diliyorum ama İsrail’in tüm dünyanın gözü önünde masum insanları öldürdüğü bir dünyadayız maalesef. Elden bir şey gelmiyor. İsrail’in yaptı katliamı başka bir ülke yapsa, şu ana kadar her türlü ambargo uygulanmıştı bile. Ama ikircikli Avrupa, kınama açıklamaları ile yetinirken, Filistin’i tanımamaya devam ediyor. Uluslararası ilişkiler veya siyaset uzmanı değilim ama, izlediğim dünya kötü yerlere doğru gidiyor.  “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste” demişler. Ekonomik açıdan gelişmiş ülkeler kendi oluşturdukları kapitalist çarklarının dişlilerine takılacaklar. Bunu en geç önümüzdeki iki yıl içinde göreceğimizi düşünüyorum.  Tekrar konuya dönecek olursak;

***
Sizlerden de çok sayıda soru geldi. Doğal olarak doların daha kaça gidebileceği, sabit kura geçilip geçilmeyeceği, Merkez Bankası’nın yeni bir faiz artırımı yapıp yapmayacağı, JP Morgan’dan gelen rapor, derecelendirme kuruluşu Fitch’in gevşek para politikası izlendiğine ilişkin analiz ve yorumları, Cumhurbaşkanı’nın Merkez Bankası’nın özerkliği ve faiz artırımı hakkındaki görüşleri, Euro/dolar paritesindeki sert geri çekilmeler vs…
Aslında böyle zamanlarda, gündem bombardımanı olduğu için, normal bir insanın sağlıklı değerlendirme yapması çok zordur. Çünkü her haber ciddi bir dalgalanmaya (volatilitiye) neden olabiliyor.  Dün Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya, Merkez Bankası’nın aşırı volatiliteye elindeki araçlarla müdahale edebileceği açıklamasını yaptı. Gün boyunca ekonomi yönetimi sayın Cumhurbaşkanı ile toplantılar yaptı. Geçen hafta yapılan açıklamalar kısa süreli olarak piyasalara nefes aldırmış olsa da, bu hafta ortaya atılan görüşler, ciddi çelişkileri de beraberinde getirince dolar 4.50’li seviyeleri gördü ve bu yazının yazıldığı sırada 4.4542 seviyelerinden işlem  görüyor.

Şimdi tüm gelişmeler karşısında kafa karışıklığı içinde olanlar için temel bazı bilgileri vereceğim ve sonra da, daha geniş bir değerlendirme yapacağım. Konuyu basitleştirmek adına, ekonomideki ilişkileri ve gelişmeleri metaforlarla (benzetme yaparak) açıklamaya çalışacağım.

Enflasyon

Enflasyon obeziteye benzer. İngilizce “Inflate” kelimesi şişmek anlamına gelir. “Inflation” ise fiyatlar genel seviyesindeki şişmedir (artıştır). Kilo alan bir insan da şişer. Peki bu insanda  ne tür sağlık problemleri oluşur?
  • Artan kilo, genellikle şeker hastalığını beraberinde getirir. Yaralar kolay iyileşmez, tedaviler çok daha uzun sürelerde sonuç verebilir.
  • Obezite başta kalp damarları olmak üzere, vücuttaki kan akışını bozucu etki yapar. Damarlarda biriken pluglar (Yüksek kolestrol nedeniye) kanını vücuttaki hareketini bozar.
  • Obezite, hareket esnekliğini bozar.  Hareketler yavaşlar, enerji yakımı azalır. Üretim yapmakta zorlanmaya başlarsınız.
  • Daralan damarlar, tansiyonu da beraberinde getirir. İnsanların hem küçük hem de büyük tansiyonları birlikte yükselmeye başlar (Döviz kuru ve faizlerin artması).
  • Aslında insanlar kilo alırken, bu soruların oluşması uzun bir zamana yayıldığı için, ciddi yan etkileri daha sonra ortaya çıkar.
  • Günümüzde dünyanın birçok ülkesi bu enflasyon illetinden kurtulmuştur. Bizler ise enflasyonu %60’lardan tek haneli rakamlara indirdikten sonra, bunu bir türlü tek haneli rakamda tutamadık. Mart ve Nisan 2011 döneminde enflasyon yıllık bazda %3.99’a kadar düştü ama, çok büyük fırsatları kaçırarak, yeniden %12’lere yükselttik. Şu an ise %11 civarında bulunuyor ama ileriki aylarda kurlardaki artışın etkisiyle yeni zirveler görmeye aday olacaktır.



2008 yılındaki global kriz sonrasında ABD’de Merkez Bankası’nın bastığı paralar gelişmekte olan ülkelere akıp getiri ararken, Türkiye de bundan nasibini aldı. İşte bu dönemlerde enflasyonumuz hem küresel fiyatların düşmesi hem de izlenen sıkı para politikası gereği hedef olan %5’in altına gerilemişti. Fakat bu seviyelerde fazla tutunamadı. Çünkü krediler hızla büyümeye başlamış ve iç talepte ciddi bir artış olmuştu. Belki hatırlarsınız 2012’ye gelindiğinde dolar/TL kuru 1.30’lu seviyelerden 1.92’lere gelmiş ve Merkez Bankası faizleri çok sert biçimde artırmış, zamanın Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı “Dolara dokunanın eli yanar” demişti. İşte bu dönemden sonra, Merkez Bankası’nın özerkliği konusu çok tartışılmaya başlandı. Çünkü, sadece para politikası ile değil, ayrıca kredi kartlarına getirilen vade  sınırlaması ile ekonomi soğutulmaya çalışılmıştı. Doğal olarak, büyüme aşağı yönlü olacaktı. İşte bu noktada Ali Babacan ve Erdem Başçı ilk defa günah keçisi ilan edilmeye başlanmış ve uygulanmakta olan sıkı para politikasına ilişkin rahatsızlık dile getirilmeye başlanmıştı. Eğer o dönemde, “Büyüme mi? fiyat istikrarı mı?” noktasında hükumet Merkez Bankası’na destek olsaydı ve fiyat istikrarını seçmiş olsaydı, bugün belki de gerçekten de enflasyon %5’ler civarında dalgalanıyor ve faizler de %7-8 civarında hareket ediyor olacaktı. Önemli bir tarihi fırsat elden gitmiş oldu. Şu an en aktif tahvilin faizi (2 yıllık) %17’ler civarına gelirken, dolar o dönemden bu yana %100’ün üzerinde değer kazanmış durumda.
Herkesin sorduğu çok önemli bir soru var… “Dolar kaç TL olmalı?” Bu sorunun aslında kesin bir cevabı olmasa da, teorik olarak bir değer bulmak mümkün. “Satın Alma Gücü Paritesi Teorisi” bu konuya açıklık getiriyor. Hesaplama yapmadan önce örnek üzerinden gidelim;

Eğer paranız diğer ülkelerin paralarına karşı değer kazanırsa, cari açığınız yükselir. Sebebi basittir. Şöyle düşünün; 1 $=1 TL olsun. Bu tür bir kur seviyesinde de cari açığımızın “sıfır” olduğunu düşünelim. Ulaştırma maliyetleri ve korumacılık önlemlerinin olmadığı bir ortamda, Bizim ürettiğimiz 1 adet Televizyon = 100 TL ise, bu TV’nin dolar bazında fiyatı 100 ABD dolarıdır (Çünkü 1 $=1 TL’dir). Aradan üç yıl geçmiş olsun ve Türkiye’deki enflasyon izleyen üç yılda toplam %30 olsun. Yani TV’nin fiyatı 100 TL’den 130 TL’ye çıkmış olsun ve ABD’de bu sürede enflasyon “sıfır” olsun. Eğer kurlar hala 1 $ = 1 TL ise bizim paramız ABD dolarına karşı aşırı değerlenmiştir. Yani adet TV = 130 $ seviyesine gelmiştir. Dolayısıyla ABD’li biri kendi ürettikleri Televizyonu satın alacaktır. Paramız aşırı değerli olduğu için, biz ise kendi Televizyonumuzu, arabamızı veya buzdolabını almak yerine daha ucuza gelen diğer ülke mallarını (Bu örnekte ABD mallarını) almak isteriz. Zaten gelişmekte olan ülkelerdeki en büyük problemlerden biri ithal mallarını tüketmeye yönelik güçlü istektir. Şimdi örneğe tekrar dönecek olursak; eğer bu üç yıl içinde enflasyon birikimli olarak %30 olmuşken, Türk lirası da dolara karşı %30 değer kaybetmiş olursa 1$=1.30 TL olacaktır. Böylelikle bizim bir adet televizyonumuz 130 TL olsa dahi dolar fiyatı = 130/1.30 = 100 $ şeklinde olacak ve dış ticaret açığı oluşmasını engelleyecektir. TL’nin değer kaybetmesi, hem yerlilerden gelen ithal taleplerini sınırlayacak, hem de ihracatın sorunsuz devam etmesini sağlayacaktır.  İşte bu mantıkla bir hesaplama yapılabilir.
“Satın alma gücü paritesi teorisi” baz alınarak dolar kaç TL olmalı sorusuna cevap aranırken, ülkenin cari açık veya cari fazla vermediği bir yıl bulunur. Türkiye’de cari açığımızın neredeyse sıfıra yakın olduğu yıl 2003 yılıdır. 2003 yılında cari açığımız sadece 626 milyon dolardı. Yani 2003 yılındaki ortalama dolar kuru, bizim için baz alınması gereken kur seviyesidir ve dolar/TL kuru 2003 yılında ortalama olarak; 1.4945 seviyesindedir (aylık kapanış ortalamaları alınmıştır). Bu durumda 2004 yılı ile Nisan 2018 yılı arasında ABD’de enflasyon ne olmuş?, Türkiye’de enflasyon ne olmuş sorusuna cevap bulmalıyız.
Ocak 2004 ile Nisan 2018 arasında ABD TÜFE enflasyonu = %34.2 (Kaynak: FRED GRAPHS, Federal Reserve Bank of St. Louis) 
Ocak 2004 ile Nisan 2018 arasında TÜRKİYE TÜFE Enflasyonu = %226.7 (Kaynak: TCMB Web sitesi, enflasyon hesaplayıcısı modülü)

Türkiye enflasyonundan ABD enflasyonunu çıkaralım; %226.7-%34.2 = %192.5 sayısını buluyoruz. (Dikkat yazının ilk versiyonunda TÜFE enflasyonunu sevhen %326.7 olarak almışım, bir okyucumun uyarısı üzerine düzelttim. TÜFE endeksi 2004 Ocak ayında 104.9 iken Nisan 2018’de 326.7 olmuş. DOlayısıyla % artış %226.7 oluyor.) 
Hatırlayınız 2003 yılında cari açığımız sıfıra yakındı ve 2003 yılının ortalama dolar/TL kur seviyesi de 1.4945’ti. Aşağıdaki grafik 2003 yılından bu yana yıllık cari açık verilerini gösteriyor (Cari açık, milyon ABD Doları).

Türkiye’nin dış rekabetteki gücünü koruması için aslında 2018 yılı Nisan itibariyle Dolar/TL kurunun %292.5 artmış olması gerekiyordu. Eğer 1.4945 sayısını, %292.5 artırırsak 1.4945*(1+%192.5)= 4.37 rakamına ulaşıyoruz. Bu hesabı sadece ben yapmıyorum. Türkiye’ye yatırım yapanlar da yapıyorlar. Bu kur seviyesi, cari açığı sıfırlaması beklenen kur seviyesi olup, teorik olarak hesaplanmıştır. Kesin bir hedef olarak algılanmamalıdır. Çeşitli riskler nedeniyle daha yüksek olabilir veya daha düşük de gerçekleşebilir. Bu aşamada, Cari açık gerçekten de sıfır olmalı mı? sorusunu sormak gerekir. Aslında cari açık zannedildiği kadar kötü bir şey değildir; eğer cari açığın kompozisyonu kaliteliyse (direkt yabancı yatırım geliyorsa) ve ülkenin üretimini, sermaye ve işgücü verimliliğini artırıyorsa, belirli sınırlar içinde kalmak şartıyla, cari açık büyümeyi, üretimi ve verimliliği destekleyerek, işsizlik sorununu çözer. Bir bakıma, sizin içeride yapamadığınız ama diğer ülkelerde tasarruf edenlerin tasarrufunu kullanmaktır cari açık. Bir insan düşünün ki; her ay aldığı maaştan 1000 TL artırıyor ama bu tasarruf bir iş yeri açmasına yetmiyor. Bu yüzden başkalarının bankaya yatırdığı paralardan kredi çekerek, iş yerini açıyor ve bir kişi çalıştırıyor, böylelikle ülke ekonomisinin mal ve hizmet üretimine katkıda bulunurken aynı zamanda istihdam yaratıyor. Yani, sözün kısası, cari açık akıllıca kullanılırsa kötü bir şey değildir. Sonuçta cari açığımızın sıfır olması gerekmiyor. Bu yüzden de 4.37 seviyesini dolar/TL için, normal bir seviye olarak görmek daha makuldür.
Buraya kadar okuduysanız ve hala konsantrasyonunuz yüksek kalmaya devam ediyorsa, çok önemli bir soru daha var. TL’nin değer kaybetmesi, ihracatımızı artırıp, ithalatımızı düşürerek, dış ticaret açığımızı çok daha dengeli seviyelere çekebilir mi?  Yani döviz kurlarının yükselmesinden bu kadar da rahatsız olmaya gerek var mı? 
Hemen kısaca cevaplayayım ki; döviz kurlarının sürekli yükselişinden rahatsız olmaya gerek var. Bunu aşağıda açıklayacağım, fakat önce, döviz kurlarının yükselişinin ihracat ve ithalatımız üzerindeki etkisine değinelim.  Belki hatırlarsınız, 2007’de Dolar/TL kuru 1.15 seviyelerine kadar inmişti. Hatta o dönemlerde 1 dolar= 1 TL olur mu tartışmaları sıkça yapılmıştı. Aşağıdaki grafik dolar/TL kurunun aylık grafiğini gösteriyor.

Grafiğin ilk kısmı 2001 Şubat krizi sonrasında doların 0.656 seviyesinden 1.40’lara kadar yükselişini gösteriyor. Daha sonra 2008’in ortalarına kadar (Global kriz patlak verene kadar) olan dönemde 1.15’leri, hatta daha alt seviyeleri görüyor. Bu arada 2006 yılında dolarda 1.40’lardan 1.76’lara kadar bir sıçrama var. ABD’de aylık enflasyon açıklanmış, %0.2 beklenirken %0.3 gelmişti ve FED’in politika faizini %5.25’ten 5.50’ye yükselteceği beklentisi ise gelişmekte olan ülkelerden ciddi para çıkışı olmuştu. O dönemde Merkez Bankamız (Durmuş Yılmaz Başkandı) bir hafta içinde üç defa arka arkaya faiz artışı yapılarak dolardaki amansız yükseliş durdurulabilmiş, daha sonra FED endişelerinin bitmesiyle, dolar/TL kuru 1.15’lere kadar düşmüştü. Bu grafikteki en çarpıcı noktalardan biri Dolar/TL kurunun 2002 ile 2012 arasında 1.15-1.76 aralığında karar bulması ve bu aralıkta dalgalanmasıdır. Yani uzun süreli bir istikrar dönemi görüyoruz.
Özellikle 2006’daki yükselişten sonra aşağı gelmeye başlayan ve 2012’ye kadar (2008 krizinin etkisini çıkarırsak) aşırı değerlenen TL nedeniyle, ithalat çok ucuzlamış, ithalat ile rekabet edemeyen üreticilerin birçoğu kapanmak zorunda kalmıştı. Aslında bu üreticiler ihracat sektörüne girdi üreten sektörlerdi. Örneğin, pamuğu ithal etmek o kadar ucuzlamıştı ki; Yunanistan’dan pamuk ithal etmeye başlamıştık. Karaköy’de ampül üreten bir firmanın Çin ile rekabet edemeyip üretimini durdurduğunu, işçileri çıkardığını ve Çin’den ampül alıp içeride satmaya başladığını biliyorum. O zamanlar ihracat ürünlerinde kullanılan ithal girdi, %30 civarında iken, izleyen yıllarda ithal girdi %60’lara kadar çıktı. Bir bakıma Dolar/TL kurunun çok düşmesi, üretici kesimi amansız bir biçimde vurmuştu. Belki hatırlarsınız; Dolar 1.15’lere düştüğü sırada Merkez Bankası 5 milyar dolar almış, ama kuru 1 kuruş bile artırmamıştı. Çünkü Avrupa Birliği ile müzakereleri yürüten, ve AB normlarını kendi ülkesinde geçerli kılmaya adamış bir Türkiye vardı. Doğal olarak, Türkiye’ye yatırım yapmak, AB üyesi bir ülkeye yatırım yapmak ile eşdeğer görülüyordu ve deli gibi direkt yabancı yatırım alıyorduk. Bir bakıma Türkiye Avrupa’nın parlayan yıldızıydı. Gelen döviz, kurları sürekli aşağı çekiyor, cari açığımızı kapattığı gibi bir de Merkez Bankası’nda döviz rezervleri artıyordu.  Ama ihracata girdi veren üretim sektörlerimizin yavaş yavaş üretimden çekilmesi, çok kârlı olan inşaat sektörüne girmeye başlamaları o dönemde (2005-2011) gözden kaçan en önemli noktaydı. 2013’ten itibaren kurlar artmaya başlayıp da sürekli hal almaya başlayınca, ithal girdi almak yerine içeriye dönüp girdilerini yerli firmalardan  almak isteyen ihracatçı, o tedarikçilerin yerinde yeller estiğini gördü. İplik, kumaş gibi tekstil sektörüne girdi sağlayan fabrikalar ile, özellikle ilk madde ve malzeme üreten diğer fabrikaların kapanması ve inşaatın zirve yapması hep bu dönemdedir. “Akarken doldur” sözü bir Türk atasözüdür. İyi günlerde kazandıklarını iyi idare et ve geleceğini hazırla mesajını verir. Para Harekatı kitabımda “Dutch Disase (Hollandalı Hastalığı)” konusunu açıklamıştım. Hollanda’da önemli doğal gaz yatakları bulunduktan sonra Hollanda ekonomisi (üretimi) çöküntüye girmiştir. Aynı şekilde İngiltere Kuzey Denizi’nde petrol bulduktan sonra  İngiliz sanayisi çökmüştür. Ekonomi literatüründe bu konuda çok sayıda makale bulunmaktadır. Petrol veya doğal gaz bulunması bu ülkelerin paralarının aşırı değerlenmesine neden olmuş ve rekabet güçlerini kaybettikleri için sanayileri ciddi zarar görmüştür. AB’ye giriş süreci, Türkiye’nin parlayan yıldız olması, içeriye dehşet bir döviz girişi çekerek, TL’yi aşırı değerli hale getirmiş ve Türkiye’nin de Dutch Disease’in farklı bir versiyonunu yaşamasına neden olmuştur.
İşte bu nedenledir ki; artık TL’nin değer kaybetmesi ihracatı hem istenildiği kadar artıramıyor, hem de ihracatçı çok daha yüksek fiyatlardan ithal girdi alarak, rekabet gücünü artıramıyor. AK Parti bu sorunun farkına vardı ama bence çok geç oldu. Şu an döviz kazandırıcı sektörlere yönelik tüm bu teşviklerin temel amacı, ihracatçıya yeniden yerli girdi sağlama amaçlıdır ve doğru bir politikadır. Fakat zaman alacaktır. Üstelik yabancı direkt sermaye çekmek konusunda çok daha kötü bir döneme giriyoruz. Küresel para bolluğunun, artık yerini daha yüksek faize ve daha az kaynağa bırakacağı önümüzdeki yıllarda bu sorunu halletmek zorlaşacaktır.
Hep “yapısal reform” diyoruz ama bunu tam olarak şekillendirip ortaya koyamıyoruz. Eğer AB ile müzakereler devam etseydi, zaten yapısal reformlar da kendiliğinden yolunda gidecekti. Bu açıdan bakıldığında, aslında dünyada bol paranın olduğu geçmiş dönemlerde “yapısal reformları” yapmamak o kadar da önemli değilmiş gibi görünse de, şu an bu ihmalin ekonomiye verdiği zararları net bir şekilde görüyoruz.  Bu yüzden de TL değer kaybetse bile, önceden olduğu gibi dış ticaret üzerinde yeteri derecede etkili olmayacaktır.
Yukarıda “döviz kurlarının yükselmesinden bu kadar da rahatsız olmaya gerek var mı?” sorusunu sormuştum. Aslında karar birimleri (Hanehalkı, İş dünyası ve devlet) bilse ki, dolar/TL 5 TL olacak ve o seviyede en az 3-5 yıl istikrarlı kalacak, buna göre hesabını yapar ve üretim ve tüketim kararlarını da buna göre verir. Ama sorun, doların seviyesi değil, aşırı biçimde dalgalanması ve bu dalga boyutlarının da aylık bazda %10 seviyelerine ulaşmasıdır.  Aşağıdaki grafikte dolar/TL kurunun 1 ayda % kaç arttığı ya da düştüğünü alt kadrandaki Price ROC grafiğinde görüyoruz.

Yüksek dalgalanma, bir sis perdesidir ve işletmelerin ve tüketicilerin kararlarını zorlaştırır. Şu an döviz kurları aylık bazda %8-10 aşağı yukarı (genelde yukarı) hareketler yaparken, faizler %17’lere yaklaşmışken, kurdaki artışlar nedeniyle maliyetlerin (enflasyonun) çok daha yüksek seviyelere çıkabileceği endişesi varken, kimse yatırım yapmaz, üretimde ise daha temkinli olur. Bu volatilitenin acilen düşürülmesi gerekir. Döviz kuru oynaklığının yüksek olması,  sadece tedirginliği artırır. Genelde “her şey daha kötü olacak” beklentisi yaratır ve “kötümser beklentiler ve tahminler” çok daha fazla taraftar bulur. Bu da ekonomide ciddi daralmaya ve işsizliğe yol açar. Para Harekatı kitabında incelediğim ve kitaba girmeyen bir çok ülkenin yaşadığı hem finansal hem de reel krizlerde, ilk sinyal döviz kurlarındaki ve faizlerdeki (büyük ve küçük tansiyondaki) artıştır. Eğer tansiyon uzun süre indirilemezse, vücuda çok ciddi hasarlar bırakabilir, pıhtı atmasına neden olabilir ve enflasyon yüzünden  damarlarda biriken tıkanıklıklar nedeniyle kalp krizine bile yol açabilir.  İşte bu nedenle tansiyonun düşürülmesi ön şarttır. Hiç bir doktor, tansiyonu 18-20’ye çıkmış bir hastaya cerrahi müdahale yapmaz ve ameliyata almaz. Enflasyon uzun vadede kurların temel belirleyicisi olsa da, kısa vadede faizler en etkili ilaçtır. Kurdaki artışlar sadece, ekonomik sebeplerden değil, aynı zamanda psikolojik sebeplerden de kaynaklanabilir. Ekonomi yönetiminde etkin olan ve sözlerine dikkat edilen bir kişinin söyleyeceği her cümle, kısa vadede kur oynaklığı üzerinde tahminlerinizin çok üzerinde etki yapar ve artan oynaklık,  artan sis ve önünüzü görememe anlamına gelir.

Sonuç olarak neler yapmalıyız?

  1. Öncelikle “Dolar bugün ne olur? Düşer mi? nerden alayım? Nerden satayım” soruları yani oynaklık bitirilmelidir. Bunun nasıl olacağını zaten ekonomi yönetimi ve Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya biliyor. Fakat, açıklama yaparak ama adım atmayarak kalıcı etki yaratmak zordur. Başkan Çetinkaya “gerekli araçlar kullanılacaktır” mesajı verdi ve dolarda, 4.50’den 4.41’ere kadar düşüş gördük ama, etkisi kalıcı olmadı ve olmaz.
  2. Önümüzde seçim olması nedeniyle yapısal sorunları çözecek bir ekonomi programı zaten açıklanamaz. Seçim sonrasında, iktidara gelen parti ve Cumhurbaşkanı, mutlaka, liyakati yüksek teknokrat bir  ekip kurmalı ve ekonomide atılacak adımları, sadece politikacılarla değil, bu teknik ekiple hazırlamalı ve onların teknik bilgilerine ciddi önem vermelidir. Kısa, orta ve uzun vadeli olarak ekonomik parametrelerdeki (enflasyon, büyüme, işsizlik, bütçe açığı, cari açık, MB politikası vs) hedefler net bir biçimde ortaya konmalı, bu konudaki kararlık çok inandırıcı olmalıdır.  Eğer herkesi enflasyonun %5’e düşeceğine inandırabilirsek, ekonomiye rejim yaptırıp fazla kilolarını atmasını sağlayabilirsek, finansal sistemdeki tıkanık damarlara stent takabilirsek, çok sağlıklı büyüyen ve istikrarlı bir ekonomimiz olabilir. Elbette ki dış ekonomik koşullar da başarımızda önemli olacaktır ama, biz üzerimize düşen ödevi yapmak zorundayız. Çünkü deniz bitti, küresel bol para artık suyunu çekiyor… İnanmayan 1982’lerde enflasyonu %16’lara ve politika faizi de %20’lere ulaşan ABD ekonomisinde Dönemin FED başkanı olan Paul Volcker’ın uygulamalarına baksın. Herkes enflasyonun düşeceğine inanana kadar yüksek politika faizi uyguladılar. Enflasyon %2-3’lere düştü, Faizler %5’lere düştü ve 1988’den sonra ABD ekonomisi en uzun altın büyüme dönemini yaşadı.
  3. Hukuki reformlar şarttır. Bir alacak verecek davasının çözülmesi, eğer 6-7 yıl alıyorsa, orada ekonomik etkinlikten bahsedemeyiz. Ekonomiye ilişkin davalarda ihtisas mahkemelerine ihtiyaç var. En önemlisi de  halkın adalete güven duygusunun yeniden tesis edilmesi gerekiyor.
  4. Vergi reformu artık şart oldu. Orta gelir tuzağını aşabilmek için mutlaka vergi reformu yapılmalı ve üretici kesimin üzerindeki ağır vergi yükü hafifletilmelidir. Bu konuda çok ayrıntılı bir yazı yazarak reformu anlatabilirim. Ama ana teması, kayıt dışı ekonomiyi kayda alan bir reform olması;  daha zengin olandan daha fazla vergi alınması, belirli bir gelir düzeyinin altındakilerden vergi alınmaması üzerine kurgulanmıştır.
  5.  Diğer önemli alt bölümlerde de yapılması gerekenler var ama yazıyı daha fazla uzatmak istemiyorum.
“Hocam sadede gel, dolar ne olur?” sorusunu duyuyorum…
Şu anki koşullar altında dolar şu seviyeye gider, buraya düşer, alınmalı, alınmamalı gibi yorumlar ülkeye fayda getirmez. Merkez Bankası faiz artırır mı? sorusu en önemli sorudur. Şu an artık 1-2 puanlık bir artışın dolardaki tırmanışı durdurmayacağı, geçici sert bir düşüş yaratabileceği ve bunu da yabancıların dolarda alım fırsatı olarak kullanacakları değerlendirmeleri yapılıyor ve MB’nın bu gidişatı ancak çok daha yüksek oranlarda (3-4 puan) bir faiz artışı ile durdurabileceği şu an yaygın kanaat olarak karşımıza çıkıyor. Peki MB faizi artıracaksa ne zaman artırır? Yukarıdaki grafikte görüldüğü üzere aylık bazda %8-10 civarı bir artış olduğunda Merkez Bankası hep faizi artırarak  müdahale etmiş. Şu anda da aylık bazda %10’luk bir artışın olduğu dönemdeyiz. Dolayısıyla normal şartlarda olsak, MB’sının ilk yukarı hamlede veya 4.50’lerin geçilmesi durumunda acil toplantı yapacağını açıklamasını beklerdim ve bu tür bir durumda dolarda en az 20 ile 30 kuruş arasında gerileme beklerdim. Fakat sayın Cumhurbaşkanı, bu konuda 2 gün önce Bloomberght’ye verdiği mülakatta MB’nın, Devlet Başkanı’nın görüşünü dikkate alması gerektiğini ve özerklik konusunda da “nereye kadar özerklik? onlar karar alıyor ceremesini sandıkta politikacılar çekiyor” mealinde mesaj verdi. Bu durum, doğal olarak, MB’nın bir faiz artışına kalkışamayacağına veya kalkışsa bile artışın sembolik olabileceğine ilişkin beklenti yarattı. Aynı sıralarda ABD Dolarının diğer altı ülkenin parası karşısındaki değerini gösteren DXY endeksinin yükselişi ve 93’ü geçmesi, ABD’de 10 yıllık faizlerin 3.06’ya gelmesi, doğal olarak dolar/TL kurun da 4.50’lere dayanmasına neden oldu. FITCH’den gelen “gevşek para politikası uyguluyorsunuz” mesajı da doları artıran sebepler arasındaydı. Faizleri sert artırmak, aslında tansiyonu yüksek hastaya acil tansiyon düşürücü ilaç vererek tansiyonu düşürmeye benziyor. Yani tansiyonu yaratan ana sorunu çözmüyoruz, geçici rahatlama sağlıyoruz.  Ana sorun Enflasyon ve tıkanık damarlar olarak karşımızda duruyor. Bu yüzden, şimdi faizi sert artırsak bile en fazla 8-10 ay rahatlarız ama enflasyonu düşürmedikçe, sürekli olarak aynı ilacı vermek zorunda kalırız.
SONUÇ: “Dolar ne olur sorusunun” cevabı MB’nın ne yapacağına bağlıdır. Bence MB doları izleyecek ve kurdaki artış öyle bir noktaya gelecek ki (nereye kadar çıkabileceğini tahmin etmek güç), mecburen faizler artırılacak ya da bu yapılmazsa, Malezya’nın 1997’de Asya krizi patlak verdikten sonra uyguladığı NEAC planına benzer kapsamlı bir programın uygulamaya konulması da düşünülebilir. Fakat seçim arefesinde bunu yapmak da çok çok riskli olur. Çünkü, sermaye hareketlerini kısıtlamanız vs gibi sert önlemler içeriyor.  Başta petrol fiyatları ve diğer emtiaların sürekli değer kazandığı bu ortamda, önümüzdeki dönemde sadece döviz kuru artışı nedeniyle enflasyona katkı yapmayacağız, aynı zamanda dışarıdan enflasyon da ithal etmeye başlayacağız. İşte bu yüzden de acilen anti enflasyonist maliye ve para politikasına ihtiyacımız var. Bu politikalar çok can yaksa da, haydi bizi geçtik en azından çocuklarımızın geleceğini kurtarır. FED’in faiz artırmak konusunda hızlı hareket etmesini beklemiyorum. Çünkü tavan yapmış olan ABD borçlarını, tüm dünyaya yıkmanın en iyi yolu, küresel bazda enflasyonun artmasına izin vermektir. Bu şekilde, dünyadaki her vatandaş ABD’nin borcunu ödemiş olur. Biraz komplo oldu ama, ben FED’in yerinde olsam böyle düşünürdüm.

23 Nisan 2018 Pazartesi

ERKEN SEÇİM ne getirecek ?

Saray uşağının erken seçim isteği üzerine yeni bir süreç başlamıştır.
Önce erken seçim ne demektir ?
" Biz, yani bu kadro ve iktidar , ülkeyi bir yıl daha  yönetemeyiz, idare edemeyiz.Bunu siz de  görüyorsunuz. Bu sebeple ,ülkeyi yönetecek yeni yönetimi seçnek için, acilen seçime gitmemiz gerekir " demektir.
Seçimin denklemi şöyle :

AKP + mhp + hile = CHP + HDP + İYİ + SP = % 50

Bu denklemden çıkan sonuç şöyledir.

1)  Muhalefet ,seçime tek adayla girmelidir.
2) Aday, AKP 'den en az 1 oy almalıdır.

Eğer , her parti kendi adayı ile 1. tura giderse , 2. turda kesinlikle , diktatör kazanır.

Genel olarak , seçimlerin sonucunu  halkın hür iradesi değil, seçim ortamını hazırlayanlar belirler.Ortamı , ilerleyen günlerde daha iyi göreceğiz.
CHP 'nin yaptığı İYİ 'liği , demokrasi veya vicdani  olarak düşünmüyorum , dış politikadaki ortak görüş olarak değerlendiriyorum.

Ülke büyük sıkıntılar içerisindedir.

1)  Ekonomi iflas etmiştir. İşsizlik ve iflaslar büyük boyuttadır.
2) OHAL ve baskılar.
3) Hukuk ve adaletin kişilere göre işlemesi ve ortadan kalkması
4) Hakkında yargı kararı olmadan , 100 binden fazla insanın fetöcü denerek işten atılması
5) Dış politikadaki başarısızlıklar ve batı ile bağların tamamen kopması
6) Rusya ile yakınlaşmalar ve füze alımları
7) Suriye bataklığına girilmesi ve çıkışın imkansız olması

Seçim sonuçları şöyle olabilir .
1) AKP başkanlığı ve meclis çoğunluğunu alır
2)AKP başkanlığı  alır ,meclis çoğunluğunu alamaz
3)AKP başkanlığı  alamaz ama meclis çoğunluğunu alır
4)AKP başkanlığı ve meclis çoğunluğunu alamaz.

Hangisi olursa olsun AKP için çok zor dönem. Hile katılmış referandumun tartışması , bu seçimle devam edecek ve  şaibe ortadan kalkmayacaktır. Hele 1. madde olmazsa ,artık muhalefetin de , halkın da sabrı taşmış durumda. Erdoğan'ın otoritesine karşı ciddi bir başkaldırma olacaktır.
Ben AKP için son seçim olmasını diliyorum.

2 Nisan 2018 Pazartesi


Lavrov
"Pek çok kez modern dünyada, modern Avrupa'da sadece birkaç bağımsız ülke kaldığını vurguladığımızda haklı olduğumuz sonucunu görmezden gelmek zor."

21 Ocak 2018 Pazar

Afrin operasyonuna üç noktadan bakıyorum.

Afrin operasyonuna üç noktadan bakıyorum.
1)  Sade vatandaş olarak .Türkiye bölücü  örgüte karşı yapmıştır.
2)  Kara dağın ,kara yamacındaki, kara koyunun, kara gözünü görmeye çalışıyorum.
3) Bir AKP'li vatandaş olarak .
......
1) Türkiye 1984 den beri pkk ile mücadele etmektedir, şimdi de aynı maksatla Afrin'e operasyon yapmaktadır.
 Bu mücadelede çok zaman uçaklar kullanılmış, üç ülkede dağlar taşlar bombalanmış, çok canlar yitmiş, çok ocaklar sönmüş, bütçeye çok ağır yükler getirmiş ama bir sonuç alınamamıştır. Son yıllarda Sur demişler , aylarca sur yıkılmış, sonra Cizre denmiş aylarca Cizre yıkılmış, El-bab 'dı , İdlib'di , kato dağı, bestler-dereler uğraş dur , sonuç yok. 34 senedir yanlış yolda gidildiğinin kimse farkında değil. Yıllarca yazdım, fantomla terörist kovalanmaz diye.Dünyada terör örgütlerine karşı yapılan en etkin mücadele, onların içine girip hedeflerini saptırmakla, dejenere etmekle yapılmıştır. Türkiyede , siyasal ve finansal destekçilerine dokunulmadan hep dağdaki militanlar hedef alınmıştır.
 Bataklığı görmeyip,sivrisinekle uğraştığın sürece Afrin'i de alsan, Münbiç'i de alsan, Kandil'e de çıksan hiç bir sonuç alamazsınız.
Sadece Tansu Çiller döneminde  MGK dan 101 kişilik infaz listesi çıkarılıp kısmen uygulanmıştır.
34 yıldan beri yapılan işin adı tavşan kaç-tazı tut  oyunudur.

2) Türkiye özelikle bölgeye çekilmiştir. Birkaç ay önce aynen şunları yazmıştım. Suriye ,Fransa'nın kontrolundadır ve bölgedeki amaç  Suriyeyi Fransanın kontrolundan çıkarmaktır diye .Oyunun sonunu şöyle görmüştüm, Türkiye'ye çık diyecekler, o da Esed insin diyecek. Esed'e in diyecekler ,o da Türkiye çıksın diyecek. Sonuçta Türkiye dışarı, Esed  kenara ve amaca ulaşılacak diye.
Ama ya hesap biraz daha derin ise !
ABD'nin ortadoğuda en büyük endişesi, bu kargaşadan en büyük kazanımları İran'ın elde etmesi, bunu da geçenlerde yazdım. Yemen, Lübnan ,Irak ve Suriyede aslan payını İran alıyor.Yemen'de husileri destekleyerek iyi durumda, Lübnan'da hizbullahla iktidar ortağı, Irak ve Suriyede haşdi şaabi, Hizbullah ve devrim muhafızları ile her taşın altından çıkıyor. Bölgede iki tane haylaz çocuk var , İran ve Türkiye . İran ve Suriyenin iki ortak özelliği var  birincisi ikisi de Fransa'nın kontrolundadır, ikincisi mezhep birliği. Ya ,eğer İranı dost ve müttefik Suriye'ye destek için ,Türkiye'yi biraz daha içeri çekip, karşı karşıya getirirlerse ;
yahudinin dediğine benzer " işte , o zaman boku yedik Mişon"
Bu bölüm de benim bakış açımdır, Türkiye açısından çok tehlikelidir.

3) AKP'li vatandaş gözüyle ABD ve Rusyanın her türlü engellemesine rağmen, reis milli şahlanışını yapmış, zincirleri kırmış, kimseyi dinlememiş ve amacına ulaşmıştır. Böyle bir durumda , artık reisi kimse durduramaz , biz de boşuna okumuşuz demektir ve artık susmaktan başka yapabileceğimiz bir şey kalmamıştır.

Ben dünyanın ve  bölgenin köpeksiz köyde deyneksiz dolaşacak kadar sahipsiz ve başıboş olduğunu sanmıyorum.

m.sedat saygılı

13 Ocak 2018 Cumartesi

Mehmet Emin Yurdakul 14.01.1944 Allah rahmet eylesin


CENGE GİDERKEN

Ben bir Türk'üm dinim, cinsim uludur
Sinem, özüm ateş ile doludur
İnsan olan vatanının kuludur
Türk evlâdı evde durmaz, giderim.

Bu topraklar ecdâdımın ocağı
Evim köyüm hep bu yurdun bucağı
İşte vatan! İşte Tanrı kucağı!
Ata yurdun evlât bulmaz, giderim.

Yaradanın kitabını kaldırtmam
Osmancığın bayrağını aldırtmam
Düşmanımı vatanıma saldırtmam
Tanrı evi viran olmaz giderim.

Tanrım şâhid duracağım sözümde
Milletimin sevgileri özümde
Vatanımdan başka şey yok gözümde
Yâr yatağın düşman almaz, giderim.

Ak gömlekle gözyaşımı silerim
Kara taşla bıçağımı bilerim
Vatanımçün yücelikler dilerim
Bu dünyada kimse kalmaz, giderim.