HOŞ GELDİNİZ

Siyasetçi doğru olanı değil , uygun olanı söyler.

30 Aralık 2015 Çarşamba

YILIN ÖZETİ


2015 yılını kaybettik ,zararla kapattık. Hazirana kadar seçim olacak diye geçti , seçimi beğenmedik bir de erken olsun dedik  kasım geçti , tam hükumet kurulacak derken uçak düşürüldü ,gerginlik başlayınca  içeride kıvranmalar başladı ,  döviz kuru yükseldi , operasyonlar ve sokağa çıkma yasakları başladı ,Rusya bölgeye yerleşti  ve 2015 kayıp bir yıl oldu . 2015 'in bence en acı olayı ,cumhuriyet tarihinde eşi benzeri yetişmemiş , Mahir Kaynak gibi bir analist dahiyi  kaybetmek olmuştur. Allah rahmet eylesin.
  Yılı kaybetmek ,bu sıkıntılardan kurtulmak anlamına gelmiyor. Bu çözümü çok zor  siyasi ve ekonomik sıkıntılarımız 2016 yılında da , devam edecek ,sonraki yıllara da yayılıp devam edecektir . 31 yıldır silahlı savaşın sürdüğü güneydoğuda ,artık ayaklanmalar çıkmış  iç savaş alenen başlamıştır , özerklik ilan edilmiş ama buna rağmen kanun hakimiyeti bir türlü  sağlanamamıştır . Bunda  anap , chp,mhp, hdp,akp ve  tüm siyasi partiler ve tüm siyasilerin günahı vardır . Oy uğruna ülkeyi feda etmişlerdir.
  Diğer  sorunlar Suriyede devam eden iç savaş ve  Irak'a asker gönderilmesidir .
  Suriyede iç savaş devam ettiği ve esed ayakta kaldığı sürece ülkemizdeki  muhaliflere destek verecektir.
  Irakta ise çok daha uygun koşullar ve fırsatlar değerlendirilmemiş ve böyle gergin bir zamanda asker  takviyesi yapılmış  ve eğitime başlanmıştır.
  Rusyanın bölgeye  yerleşmesini , ABD ile olan anlaşma  dışında olduğunu sanmıyorum .İkinci dünya savaşının galipleri dünyayı kendi istekleri doğrultusunda şekillendirmeye  devam ediyorlar.İran kısmen kontrol altına alınıp , küresel sermayenin  gücü çin'i yalnızlaştırmaya çalışıyorlar.
  Yılın tek olumlu gelişmesi petrol fiyatlarındaki düşüştü, dövizin % 30 'a  yakın  artmasına karşı petrol fiyatlarının  40 dolara kadar düşmesi , cari açığı firenlemiş  ve teselli olmuştur.
  FED nihayet yılın son ayında 25 baz puan faizleri artırdı ve  marta kadar yeni bir artış olmayacağını beyan etti. Geç de olsa bu artış piyasaları rahatlattı ve yeni spekülasyonları  azalttı.
  Güneydoğudaki  çatışma ve operasyonlar ,artık bir iç savaşa dönüşmüştür ve yakın zamanda  ülke geneline yayılacaktır. 31 yıldır  gelişmelere seyirci kalan  siyasiler ,bundan sonraki gelişmelerin de vebalini üslenecektir. Demirtaşın, "bu direniş zaferle sonuçlanacak"  sözleri haksız değildir. İki yıl önce,iki defa attığım "hoş geldin iç savaş" twiti , çok geçmeden maalesef gerçekleşti. 20 sene önceki " Türkiye ,güneydoğuyu feda etmeli" görüşüm ,artık feda etse de çözüm olmayacaktır.
  AKP'nin muhtemel 2016 hedefi ,güneydoğudaki operasyonları zaferle bitirip ,hdp 'yi barajın altına indirip ,MHP 'de de bahçeli direnişine  destek verip , iki partiyi de baraj altına getirip erken seçime giderek başkanlık sistemini getirmek olacaktır.
   Sonuç olarak 2016  iyi bir yıl olmayacaktır ve  Türkiye Cumhuriyetinin  görebileceği en güzel günler artık geride kalmıştır. Milletimiz beğenmediği darbe yıllarını  özlemle arayacaktır. Ama ne yazık ki artık darbe yapacak bir ordu da yoktur.
    Petrol fiyatları bu yıl , büyükler vadeli  alımları tamamen kapattıktan sonra  ciddi miktarda yükselecek , Türkiyenin de cari açıkları daha netleşecek ve  1300 TL olan  asgari ücretle birlikte ekonomik sıkıntılar ve dengesizlikler baş köşeye  oturacaktır.
   Ülkenin dış politikasını  kendi yönüne çevirmek isteyen dış güçlerin etkisi ,yeni operasyonlarla  devam edecektir.  
   Herkese mutlu ve sağlıklı yıllar diler , ülkemizde ,bölgemizde  ve islam dünyasında ne için savaştığını bilmeden ,gece gündüz savaşan zavallılara da , bu  inattan vazgeçmeleri için akıl  ve izan  nasip etmesini , ülkemize ve bölgemize refah ve huzur  nasip etmesini ,Allahtan dilerim.

m.sedat saygılı


25 Aralık 2015 Cuma

MÜSLÜMANLIK NERDE BİZDEN GEÇMİŞ İNSANLIK BİLE...

MÜSLÜMANLIK NERDE BİZDEN GEÇMİŞ İNSANLIK BİLE...

Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile...
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile!
Kaç hakikî Müslüman gördümse: Hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!
İstemem dursun o pâyansız mefâhir bir yana...
Gösterin ecdâda az çok benzeyen bir kan bana!
İsterim sizlerde görmek ırkınızdan yâdigâr!
Çok değil ancak! Necip evlâda lâyık tek şiâr.
Varsa şayet, söyleyin bir parçacık insâfınız:
Böyle kansız mıydı -- Hâşâ -- kahraman eslâfınız ?
Böyle düşmüş müydü herkes ayrılık sevdâsına?
Benzeyip şîrâzesiz bir mushafın eczâsına,
Hiç görülmüş müydü olsun kayd-ı vahdet târumâr?
Böyle olmuş muydu millet can evinden rahnedar?
Böyle açlıktan boğazlar mıydı kardeş kardeşi?
Böyle adet miydi, bî-pervâ, yemek insan leşi?


Irzımızdır çiğnenen, evlâdımızdır doğranan!
Hey sıkılmaz! Ağlamazsan, bâri gülmekten utan!...
"His" denen devletliden olsaydı halkın behresi:
Pâyitahtından bugün taşmazdı sarhoş nâ'rası!
Kurt uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi,
Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi.
Lâkin aşk olsun ki, aldırmaz da otlarmış eşek,
Sanki tavşanmış gelen, yahut kılıksız köstebek!
Kâr sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı...
Hasmı, derken, çullanmışlar yutmadan son lokmayı!..


Bir hakikattir bu, şaşmaz, bildiğin üslûba sok:
Hâlimiz merkeple kurdun aynı, asla farkı yok.
Burnumuzdan tuttu düşman, biz boğaz kaydındayız!
Bir bakın: Hâlâ mı hâlâ ihtiras ardındayız!
Saygısızlık elverir... Bir parça olsun arlanın:
Vakit çoktan geldi, hem geçmektedir arlanmanın!
Davranın haykırmadan nâkûs-ı izmihlâliniz...
Öyle bir buhrâna sapmıştır ki, zirâ haliniz:
Zevke dalmak şöyle dursun, vaktiniz yok mâteme!
Davranın, zîra gülünç olduk bütün bir âleme,
Bekleşirken gökte yüz binlerce ervâh, intikam;
Yerde kalmış, naşa benzer kavm için durmak haram!
Kahraman ecdâdımızdan sizde bir kan yok mudur?
Yoksa: İstikbâlinizden korkulur, pek korkulur!

Mehmet Akif ERSOY

5 Kasım 2015 Perşembe

80 VEKİLDEN 40 YİĞİT ÇIKMADI


 

7 haziran akp’den kurtulmak için fırsattı .Seçmen partileri koalisyona zorlamıştı .Ama akp  derhal erken seçime gitmek istiyordu , çünkü kazanacağını  akp de vatandaş da çok iyi biliyordu. MHP’nin  seçim yolunu akıllı manevralarla kapatması  ve engel olması gerekirdi

Ne yapabilirdi ?

Koalisyon yapmak istediğini açıklıkla ortaya koyabilirdi , baktı  ki akp uzak duruyor ,  “ Sayın Davutoğlu ,siz koalisyondan kaçıyorsunuz  ama , ülke bu şartlarda hükumetsiz kalmasın,  bir kabine kurun , istediğiniz isimleri yazın biz de  meclise tam kadro gelip , size güven oyu verceğiz “  deseydi .  Türkeş  1977 ‘de  Demirele   “ kayıtsız , şartsız   destek “sözü vermişti .

Böyle yapsa ne olurdu ?

Böyle  yapsaydı, amacına ulaşmış,seçimi kazanıp zafer naraları atan akp yerine , mahçup , mutsuz , her an kendisini devirecek bir gücü ensesinde  hisseden , uykuları kaçan ,despotluk yapamayan iç güveysi bir akp olacaktı . Bir müddet sonra , gel şu yolsuzluk dosyalarını açalım  diyerek  akp’yi  köşeye sıkıştırabilirdi.

  Böyle yapılsaydı ,belki bir şey değişmezdi ama , milletin huzuruna  başı  dik çıkılırdı ,utanacak sıkılacak  bir sebep olmadan ,işte ben görevimi yaptım denebilirdi.

   Ben  böyle  ince düşünceleri  mhp yönetiminden beklemiyordum  ama  , 80 vekilden  belki 40 tane delikanlı çıkabilir diye bekliyordum. Çin sarayını basacak sayıda  yiğit çıksa ne yapabilirdi ?

   “ Sayın genel başkan , görüyoruz ki bir koalisyona yanaşmıyorsunuz . Bir erken seçimi  akp’nin kazanacağı açık . Ülkenin içinde bulunduğu şartlar da ortada  ve vahim . Ya koalisyon yapın , ya da  biz  akp’ye  mhp içinde kalarak veya  mhp dışına  çıkarak destek olacağız “ diyebilselerdi  , hem bahçelinin  diktatörlüğü , inadı , ihtirası , bencilliği  sona ererdi  , hem de  seçime gidemeyen akp’nin diktatörlüğü  ertelenirdi.  Yani hem bahçeliden ,hem akp’den kurtulabilirdik.

   Bu çıkış olsaydı , bozkurtların dirilişi olurdu , bozkurların öne eğilmiş başları dikleşirdi,onurlarına kavuşurlardı. Mutlaka ve mutlaka bugünden iyi olurdu.

   Unutmayalım ki akp sadece  1 kasım seçimlerini kazanmadı , önümüzdeki  en az  iki seçimi şimdiden  kazandı   ve  bizlerin  şuur altındaki turan ve  milliyetçi  türkiye   hayallerini , hayal bile edemez  hale getirdi .

   Sonuç olarak  80 vekilden bu son şansı  kullanacak  40 yiğit çıkmadı . Ama  40 tanesi  vekilliği , 80 tanesi  de  onurunu kaybetti.

   Artık  alçak niye  bize  gol atıyorsun   diye ağlayıp sızlanmak yerine , akp’nin hırsızlığından , bölücülüğünden bahsetmek yerine , bu ezberlerle bir yere varılamayacağını anlayıp , herkes özeleştiri  yapmayı  öğrenmelidir.

 

             m. Sedat Saygılı

23 Eylül 2015 Çarşamba

1 kasım seçim değil referandum olacak

1 Kasım erken seçimleri ,sanıldığı gibi seçim olmayıp bir referandum olacak .  1 kasımda seçmenlere  3 soru sorulacak ve  verilen cevaplar  Türkiyenin en az 10 yılını belirleyecek ,yani çok olağanüstü  emr-i haklar  olmadıkça  10 yıl   boyunca yeni seçim yapılmasına gerek kalmayacaktır.

SORU  1 )  Koalisyon mu ?  tek parti mi istiyorsunuz ?
SORU  2) MHP ' ye geleceğinizi  emanet  edebilirmisiniz  ?
SORU  3) BDP mecliste temsil edilsin mi ?

Oylar ,şu şekilde cevaplara  irca  edilecektir.

AKP oyları > 43 ise  seçmen   koalisyon  istemiyor
AKP oyları < 41 ise  seçmen AKP  iktidarı istemiyor
MHP oyları > 19 ise  seçmen MHP yönetiminden memnun ve MHP'yi iktidarda görmek istiyor.
17< MHP oyları <19 ise  seçmen MHP yönetiminin değişmesini ve sonra karar vermek istiyor.
HDP oyları  >12 ise seçmen HDP 'nin mecliste olmasını istiyor.
HDP oyları < 11 ise seçmen HDP'yi mecliste görmekten huzursuz.

Eğer seçmen AKP'yi istemez ise yani AKP oyları< 41 ise , Türkiye için uzun bir kaos süreci yaşanacaktır . Bu süreçte  bir iç savaş , bölünme ve  sınırların değişmesi  sürpriz olmayacaktır.
Eğer bu sonuçla birlikte  CHP veya MHP ' de oy patlaması olmazsa  süreç daha hızlı ve daha vahim olacaktır.
BDP 'nin aldığı oyların bir kızgınlığı mı , yoksa bir özlemi mi ifade ettiği seçimde belli olacak.Emanet oylar geri alınacak , diğerleri kalacak , Muhtemelen cemaat oyları muhabbete devam edecek , ancak cemaatin kişi vicdanları üzerinde ne kadar etkili olduğu da sonuçlardan okunacak.
Bu olağanüstü şartlarda MHP oylarının  artmaması  lidere ve yönetime güvensizliği ifade edecek.
Hatta %1-2 gibi artışlar dahi aynı anlama  gelecek . MHP de lidere güvenin ifadesi ancak  %19 üzerindeki  oy potansiyeli ile sağlanacak.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz :

AKP oyları > 43 , MHP=17, CHP=25  AKP ile tek parti olarak yola devam isteniyor.
AKP oyları < 41   17 < MHP oyları <19 , 25 < CHP oyları <27  KAOS
HDP oyları < 10 Türkiyede için birlik ve toparlanma ümidi verecektir.
AKP oyları < 41 ,MHP oyları >19 ,CHP oyları >27 AKP'den bıkmış ve  iki partiyi iktidarda görmek isteyen bir Türkiyeyi temsil edecektir.

16 Temmuz 2015 Perşembe

BABİL’IN ASMA BAHÇELERİ ( MVD eylül 2014 sayı 31 )

Orta Doğu; Akdeniz’den Pakistan’a kadar uzanan, Arap Yarımadası’nı ve Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının birbirlerine yaklaştıkları yerleri kapsayan ve birbirine komşu ülkelerin oluşturduğu bir bölgedir. Orta Doğu kavramı İngilizlerin 19. yüzyılda ortaya çıkardıkları bir kavramdır. Bu tanımlamada İngiltere ve Avrupa ülkeleri merkez kabul edilmiş; Doğu, Uzak Doğu, Yakın Doğu, Orta Doğu gibi kavramlar buna göre tayin edilmiştir. Bu tanıma göre Orta Doğu ülkeleri; Suriye, Irak, Katar, Kıbrıs, Ürdün, İsrail, Lübnan, İran, Filistin, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Kuveyt, Bahreyn, Yemen, Mısır, Afganistan, Pakistan, Tunus, Cezayir, Libya, Sudan ve Fas’tır. (Syf. 38)
Aynı şekilde ‘’Orta Asya’’ kavramı da İngilizlere aittir. Bütün Tarih kitaplarında bugün Orta Asya diye ifade ettiğimiz bölgenin adı 18’inci yüzyıla kadar ‘’Türkistan’’dı. Doğrudur, Londra’dan bakarsanız orası Orta Asya’dır. Bizler de İngilizlerin ifadesiyle bu bölgeye ‘’Türkistan’’ yerine ‘’Orta Asya’’ diyerek, Türk milletinin üç bin yıllık tarihini ve bu bölge ile olan bağını bir sözcükle silip attık. Benzer şekilde biz de İngilizler gibi Güneyimizdeki hemen yanı başı komşularımıza çok uzaklarda bir yermiş gibi ‘’Orta Doğu’’ dedik. Hatta hızımızı alamadık Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan ülkelerini de ‘’Trans Kafkasya Ülkeleri’’ diye adlandırdık. ‘’Trans’’ öte demek, eğer Moskova’dan bakarsanız doğrudur bu ülkeler Kafkasya ötesi ülkeleridir, dolayısı ile ‘’Trans Kafkasya Ülkeleri’’dir. Ancak Anadolu’dan, Ankara’dan bakarsanız öyle midir? Bu ülkeler her yönüyle ‘’öte’’ denemeyecek kadar Anadolu’nun bir uzantısıdırlar. (Syf. 38)
Orta Doğu; Doğu ile Batıyı, Akdeniz ile Hint Okyanusu’nu, Rusya ile sıcak denizleri birbirine bağlayan, aynı zamanda Doğu ile Batı arasındaki bütün ticari ve kültürel bağlantıların yapıldığı bir bölgedir. Yeryüzünün en önemli kara ve suyollarına, su ve enerji kaynaklarına sahip olması, tarihin, dinlerin ve uygarlıkların beşiği olması nedeniyle sahip olduğu eşsiz jeopolitik değer, Orta Doğu’yu tarihin ilk dönemlerinden bu yana dünya egemenliği peşinde koşan güçlerin birincil hedefi haline getirmiştir. Bu nedenle de tarihin başlangıcından bugüne Dünyanın en huzursuz bölgesi olmuştur. Bu huzursuzluğun diğer nedenleri de bölgenin karmaşık etnik, dinî, mezhebi, siyasi, demokratik, sosyolojik ve kültürel yapısından kaynaklanmaktadır. (Syf. 38)
Önce bölgeye ait bir tarihî bilgi: Osmanlı hükümdarlarına ‘’Sultan’’, Mısır krallarına ‘’Firavun’’ dendiği gibi Babil krallarına da ‘’Nemrut’’ genel adı verilir. Babil kralları Keldânî kavminden gelirler ve Nemrut diye adlandırılırlar. Birinci Nemrut, Hz. Nûh’un oğlu Hâm’ın soyundandır. Babil şehrini kurdu. Bilinen bir diğer Babil kralı Nemrut Hammurabi’dir. İnşa ettirdiği ünlü asma bahçeleriyle tanınan Babil hükümdarı Nemrut Buhtunnasır’dır. Buhtunnasır’ın diğer adı Nebukadnezar veya Batı’da bilinen adıyla Nabucco’dur (MÖ 605-562). O’nun üç kişiyi Babil’de Dora ovasına diktirdiği altın puta tapmadıkları için ateşe attırdığı, ancak onların yanmadıkları rivayet edilir. Bunlardan birisi Hz. İbrahim’dir. Bu olay Kur’anı Kerim’de Enbiya Suresinde anlatılır; ‘’Biz de dedik ki: Ey ateş, İbrahim’e karşı soğuk ve esenlik ol.” (Enbiya Suresi, 69-71) (Syf. 38)
Buhtunnasır’ın inşa ettirdiği asma bahçeler Babil’in çorak Mezopotamya çölünün ortasında, ağaçlar, akan sular ve egzotik bitkilerin bulunduğu çok katlı bir bahçedir. Söylentiye göre Buhtunnasır, bu yapıyı sıla hasreti çeken karısı Medes kralının kızı Semiramis için yaptırmıştır. Buhtunnasır Kudüs’ü ele geçirerek -MÖ 587- halkın devlet adamı, yazar ve sanatçı gibi ileri gelenlerini tutsak edip Babil’e götürmüş, Yahudi devletini ortadan kaldırıp Kudüs´teki Hazreti Süleyman Mabedi’ni yıkarak Babil Devleti’ni Suriye’den Mısır’a kadar genişletmiştir. Böylece Buhtunnasır, tüm Orta Doğu’yu -ilk, tek ve son olarak- birleştirmiştir. (Syf. 38)
Rivayete göre Buhtunnasır (Nebukadnezar- Nabucco), bir rüya görür ve kâhinlerini çağırıp rüyasını tabir ettirmek ister ancak Buhtunnasır rüyasını hatırlamamaktadır. Kâhinler hem Buhtunnasır’ın ne rüya gördüğünü bilip hem de tabir edecekler veya öleceklerdir. Semâvî dinlerin tümünde peygamber olarak kabul gören, İsrâiloğulları’na gönderilen peygamberlerden olan Hz. Danyâl -İngilizce kaynaklarda adı “Daniel” olarak geçer-, bu imkânsız görünen işi yapar ve kâhinleri kurtarır. (Syf. 38-39)
Hz. Danyal Buhtunnasır’a der ki; ‘’Yerde ve gökte olan herşeyi bilen bir Allah var. O bana rüyanızı söyledi.’’ Buhtunnasır rüyasında beş katlı bir heykel görmüştür. Sonra heykel yuvarlanarak yıkılmış ve parçalanmıştır. Hz. Danyal bu rüyayı şöyle yorumlar: ‘’Bütün bölgeyi -Orta Doğu- egemenliğiniz altına alacak ve tek bir devlet oluşturacaksınız. Ancak sizden sonra gelenler bu ülkeyi bir arada tutamayacaklar ve ülkeniz parçalanacak ve halkınız sürekli ıstırap çekecek, kan ve gözyaşı dökecek ancak ülken bir daha asla bir araya gelemeyecek.’’ (Syf. 39)
Bir rivayete göre tanrılık iddiasındaki Buhtunnasır’ın burnuna bir sinek kaçar ve beynine kadar ilerler ve sinek orada dönmeye başlar. O andan itibaren Buhtunnasır’da müthiş bir başağrısı başlar. Buhtunnasır başağrısına çare olarak başını tokmaklattırmakta bulur. Her tokmakta sinek hareketini keser, böylece başağrısı durur. Buhtunnasır başına tokmağın her inişinde daha hızlı vurun diye talimat verir. Böylece tanrılık iddiasındaki Buhtunnasır başına inen tokmaklarla çırpına çırpına can verir. (Syf. 39)
İşte Orta Doğu’nun etnik, dini, mezhebi, siyasi, demokratik, sosyolojik ve kültürel yapısı da tıpkı Babil’in asma bahçeleri gibi kat kattır. Bu katlar aynı zamanda çatışma alanlarıdır. Bu katları bilmeden Orta Doğu’yu anlamak imkânsız gibidir. Çatışma şiddetleri katlar arasında zaman içerisinde yer değiştirmekle beraber bu katlar şu şekildedir: (Syf. 39)
Orta Doğu’nun birinci katı; etnik yapısıdır.
Bu kadim topraklarda bulunan etnik unsurlar dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar kaynaşmamış bir halde bulunmaktadır. Ana olarak Arabî, Farsî, Türkî, Kürdî ve Yahudi unsurlar bulunmaktadır. Mikro unsurlara bakarsanız içinden çıkamaz hale gelirsiniz: Ermeni, Rum (Grek), Süryani, Keldani, Nasturi, Çerkez, Beluci, Glaki, Lur, Balok vs. say say bitmez. Bu çeşitli etnik yapı bir bütün halinde de değildir. Hemen hemen her ülkede az veya çok bu etnik yapı temsil edilmektedir. Bu etnik yapılar arasında derin problemler bulunmaktadır. (Syf. 39)
Orta Doğu’nun ikinci katı; dinî yapısıdır.
Bölgede başta Müslüman, Hristiyan ve Musevi olmak üzere üç temel inanca sahip insanlar bulunmaktadır. Esas kadim çatışma bu üç din arasındadır.
Orta Doğu’nun üçüncü katı; mezhep yapısıdır.
Müslümanlar; Şii, Sünni ve Alevi diye alt gruplara ayrılmaktadır. Sünniler geleneksel olarak; Hanefi, Hanbelî, Maliki ve Şafi şeklinde ayrılmakta ve ayrıca mezhep olarak Selefi ve Vehhabiler de bulunmaktadır. Dürzi, Nusayri, Zeydi ve İbadiler de diğer Müslüman gruplardır. Hristiyanlar ise; Marunî Hristiyanlar (Arap Katolikleri), Grek Ortodokslar, Grek Katolikler ve Ermeni Ortodokslardan oluşmaktadır. Bölgede, hem İncil’i hem de Kuran’ı kutsal sayan ancak “Allah’a peygambersiz inanan halk” anlamına gelen “Ezdai” olarak adlandırılan ve yol göstericileri olarak Yezid bin Ezidiyan’ı (Emevi sultanı Yezid bin Muaviye ile sadece isim benzerliği vardır) kabul eden Ezidi’ler gibi mezhepler de vardır. Daha vahim çatışma ise bu mezhepler arasındadır. (Syf. 39)
Orta Doğu’nun dördüncü katı; siyasi yapısıdır.
Bölgedeki ülkelerin büyük çoğunluğu gerçek anlamda henüz ‘’devlet’’ olamamışlardır. Bölgedeki ülkelerin çoğunun siyasî yapıları hâlâ aşiret düzeyindedir. Bölgede bir ulus organizasyonu yapılamamış, bir ortak toplum projesi de gerçekleştirilememiştir. Bölgedeki liderler, Saddam’dan, Kaddafi’ye, Esad’dan Nasır’a kadar Arap Bismarck’ı veya çağdaş Buhtunnasır olmak istemişlerse de bu nedenle başarmaları mümkün olmamış, başarmaları mümkün olmadığı gibi bu yöndeki çabaları da hüsranla sonuçlanmıştır. (Syf. 39)
Ayrıca bölge devletleri arasındaki siyasi ilişkilerde ve ittifak yapılarında Emevi kültürü hâkimdir. Bu kültürü en iyi şekilde tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî’nin Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar konusunda bir strateji ilkesi olan şu sözü yansıtmaktadır: (Syf. 39) ‘’Onlar; zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.’’ (Syf. 40)
Bölgede Birinci Dünya savaşı sonrası sınırlar emperyalist güçlerin keyfine göre çizilmiş, ülkelerin devlet yapıları da yine emperyalist güçlerin çıkarlarına göre yapılmıştır. Savaş sonunda adil bir barış yapılmamıştır. Bu konuyu en iyi anlatan David Fromkin’in ‘’Barışa Son Veren Barış’’ isimli kitabıdır. (Barışa Son Veren Barış, David Fromkin, Orijinal Adı: A Peace to End All Peace, Epsilon Yayınları, 2004) Kitap, Birinci Dünya Savaşı ve sonraki ilk yıllarda (1914–1922) dünyadaki güç dengelerinin panoramasını oluştururken, özellikle de Doğu’da emperyalist güçlerin masa başında bugünkü Orta Doğu’nun haritasını nasıl yeniden şekillendirdiğini anlatmaktadır. Bu siyasi yapı bir başka çatışma katıdır. (Syf. 40)
Orta Doğu’nun beşinci katı; demokratik yapısıdır.
Bölge ülkelerinin bazılarının isminde veya devlet yapılarında ’’demokrasi’’ ismi geçiyor olsa da bunun gerçek anlamda demokrasiyle bir ilgisi yoktur. Çünkü demokrasi, öncelikle burjuva demokratik devriminin ve sanayi devriminin bir ürünüdür, üretim, bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi ile gelişir, ekonomik ilişkiler ve bunun üzerinde gelişen sosyal ilişkilere dayanır. Bunların hiçbirisi bölge ülkelerinde yoktur. Tabanda demokrasinin temelleri atılmamıştır, Batı tipi bir demokratik toplum ve demokratik işleyiş kurulmamıştır. Gerçek demokratik bir düzen için ihtiyaç duyulan demokratik insan da yetiştirilmemiş, insan davranış ve değer yargıları da demokrasiye uygun bir biçimde değiştirilmemiştir. Bu nedenle bütün demokrasi girişimleri bünyeye uymamakta ve bu kat da çatışma sebebi olmaktadır. Ayrıca demokrasi olmayınca mevcut sosyal gruplar kendilerini dışlanmış hissetmekte, dışlanma ötekileştirmeyi, ötekileştirme de düşmanı yaratmakta bu da bir çatışma sebebi olmakta ve şiddeti artmaktadır. (Syf. 40)
Orta Doğu’nun altıncı katı; sosyolojik yapısıdır.
Modernleşmenin tam olarak sağlanamadığı bu bölgede Avrupa ve Amerika merkezli ideolojik bir yabancılaşma söz konusudur. Bu yabancılaşma bir kültür ikilemini doğurmaktadır. Bu yabancılaşmanın bir sonucu olarak bölgedeki bütün bu etnik, dini ve mezhep yapısı kendi içinde de değişik sosyal gruplara ayrılmaktadır. Bu ayrışım içinde Batı Dünyası ile kısmen bütünleşmiş veya bütünleşmek isteyen ve Batılı bir yaşam tarzını benimseyenler ile kendi muhafazakâr yapısını korumak isteyen veya radikal düşüncesini gerçekleştirmek isteyen gruplar bulunmaktadır. Bu ayrımı Laik Müslüman - İslamcı veya Ilımlı Müslüman- fanatik Müslüman veya radikal Yahudi- ılımlı Yahudi diye de yapabiliriz. Bölgedeki en tehlikeli ve derin çatışma bu kattadır. (Syf. 40)
Orta Doğu’nun yedinci katı; bölge ülkelerinin küresel güçlerle olan ilişkileridir.
Bütün bölge ülkelerinin küresel güçlerle çok özel ilişkileri vardır ve bu küresel güçler bütün bölge devletlerinin hücrelerine kadar nüfuz etmiştir. Bölgede küresel güçlerin menfaatlerine uyum sağlayamayan hiçbir iktidar uzun süre görevde kalamamaktadır. Saddam’dan Kaddafi’ye bölge liderlerinin tasfiyesi düşündürücüdür. Bölgede emperyal güçlere ters düşecek, küreselleşme karşıtı, ulusalcı, tam bağımsızlıkçı sivil - asker ne kadar güç varsa hepsi etkisiz hale getirilmiştir. (Syf. 40)
Orta Doğu’nun sekizinci katı; sorunu çözülmemiş Filistin’dir.
Filistin sorunu çözülmediği sürece çatışma sebebi olmaya devam edecektir. Sorunun birincil kaynağı İsrail’de yerleşik bir varlık olan ve hep toprak peşinde koşan Siyonizm ve Siyonist siyaseti rehber edinen İsrail yöneticileridir. (Sion; Kudüs’ün eski adıdır, aynı zamanda Kudüs’te Yahudilerin kurduğu ilk kaledir, Tevrat’ta ise Kudüs’ün doğu tepesine verilen addır. Siyonizm de bu kelimeden gelir.) Sorunun ikincil kaynağı da İsrail’i hepten tanımayan siyasal İslam’dır. Bölgede Filistin’in en büyük destekçisi ve İsrail’in en büyük karşıtı Saddam’lı Irak idi. Birinci Körfez Krizinde İsrail’e düşen Saddam’ın Scud füzeleri hâlâ hafızalardadır. (Syf. 40)
Bölgede Filistin’in ikinci en büyük destekçisi ve İsrail’in ikinci en büyük karşıtı Kaddafi’li Libya idi. Bölgede Filistin’in üçüncü en büyük destekçisi ve İsrail’in üçüncü en büyük muhalifi Esad’lı Suriye idi. Bu ülkelerden ilk ikisi tasfiye edilmiş, üçüncüsü ise yaşattırıldığı iç savaşla var olma mücadelesi vermektedir. Bu şekilde Filistin’i gerçek anlamda destekleyen bu üç devletin de saf dışı bırakılmasıyla; Filistin’in korumasız, kimsesiz, sahipsiz ve desteksiz, İsrail’in ise kontrolsüz ve muhalifsiz bırakıldığı değerlendirilmektedir. ABD ve AB’nin İsrail’in yanında yer aldıkları malumdur. Bu süreçlerden sonra İsrail’in Filistin konusunda daha bir pervasız ve daha bir frensiz hareket edeceği beklenmektedir. Bu durum ise sorunu daha bir içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. (Syf. 40)
Orta Doğu’nun dokuzuncu katı; doğal enerji kaynakları ve su sorunudur.
Tüm dünyada, fosil kaynaklar denilen kömür, petrol ve doğalgaz, toplam enerji tüketiminin %85’ini oluşturmaktadır. Fosil kaynakların en önemli kesimini de petrol oluşturmaktadır. Orta Doğu, bugün, dünya petrol tüketiminin %60’ını, doğal gaz ihtiyacının ise %25’ini sağlamaktadır. Tahminlere göre dünya petrol rezervi yaklaşık olarak 1.200 milyar varildir ve bunun yaklaşık 750 milyar varili Orta Doğu topraklarında bulunmaktadır. Ayrıca Orta Doğu petrolü kaliteli ve çıkarılması kolay bir petroldür. Bu yüzden, petrol üretimine yatırılan sermayenin kâr oranı, dünyanın diğer kesimlerindeki petrol üretimine göre çok daha yüksektir. Bu durum ise, emperyalist güçlerin iştahını kabartmaktadır. (Syf. 41)
Dünya yüzeyinin yaklaşık % 70’i sularla kaplıdır, fakat insanoğlu bu suyun ancak %3’lük bir kısmını kullanabilmektedir. Bu % 3’lük kısmın dünya üzerindeki dağılımı son derece dengesizdir. Bu durum kimi ülkeleri su zengini yaparken, kimi ülkeleri kuraklıkla karşı karşıya bırakmaktadır. Orta Doğu bölgesi zaten su kaynakları açısından kıttır. Sınır aşan sular vardır. Bu durum Orta Doğu’daki birçok ülke için hayatî sorunlar yaratmaktadır. Suya ve su kaynaklarına ulaşmak işbirliği kültürünün olmadığı Orta Doğu’da en büyük çatışma sebebidir. Hızla artan Orta Doğu nüfusu ve küresel ısınma da su sorununun şiddetini artırmaktadır. Dışarıda petrol, içeride su hâkimiyeti çabaları Orta Doğu için büyük bir çatışma kaynağını oluşturmaktadır. (Syf. 41)
Orta Doğu’nun onuncu katı; kültürel yapısıdır.
Önce bölgeye ait bir hikâye: Yunan mitolojisinde Tanrı Zeus şimdiki Kaz dağında (o zamanki İda dağında) yaşar. İki oğlu vardır. Ne yazık ki bu ikisi de birbirinden kıskançtır. Zeus bunların kıskançlığından bıkar ve en kıskancını karşısına alarak sorar; ‘’Oğul! Dile benden ne dilersen, sınırsız olarak dilediğin her şeyi vereceğim, ancak bir şartım var; benden dilediğinin iki mislini kardeşine vereceğim.’’ Oğul cümlenin ilk yarısında sevinir ancak cümlenin (Syf. 41) tamamlanmasıyla üzülür, biraz düşündükten sonra cevap verir: ‘’Baba, benim bir gözümü çıkar!’’ Hikâyede olduğu gibi bu özellik bölgenin hâkim kültürüdür; Kaybet – kaybet! (Syf. 42)
Carl Von Clausewitz’in ‘’savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir’’ tezi bize şimdiye kadar çatışmaların sebeplerini anlamaya çalışmak için temel bir esas vermekteydi. Ancak; hâlen İngiliz Kraliyet Akademisinde öğretmenlik yapan İngiliz düşünür ve yazar John Keegan’ın güzel bir kitabı vardır; ‘’Die Kultur des Krieges’’ (Savaşın Kültürü) (Die Kultur des Krieges, John Keegan, Verlag: Rowolt Tb. 2007) (Bu kitap Türkçeye ‘’Savaş Sanatı Tarihi’’ olarak çevrilmiştir, Doruk Yayınları, Tarih Dizisi, 2007) John Keegan bu kitabında Clausewitz’in ‘’savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir’’ önermesine bir karşı tez getirip savaşın kültürel karakterine vurgu yaparak savaşın esas nedenini kültüre bağlamaktadır. Keegan’a göre işbirliği özelliğinin ve davranışının ve uzlaşma kültürünün gelişmediği ve çatışma alışkanlığının hâkim olduğu kültürlerde savaş kaçınılmaz olmaktadır. Babil’in asma bahçelerinde birey ve toplum bazında işbirliği ve uzlaşma kültürünün geliştiğini gösteren pek bir emare bulunmamaktadır. Uyum, ahenk, işbirliği ve uzlaşma kültürünün olmadığı bu bölge, bölgenin hâkim karakteri ‘’çatışma kültürü’’ ile yoğrulmuştur. Bu da gelecek açısından ürkütücü ve de korkutucudur. (Syf. 42)
Le Monde Diplomatique isimli aylık çıkan Fransız dergisi yıllarca önce yazar Claude Julien (1925-2005) imzasıyla ‘’Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar’’ adlı bir makale yayınlamıştı. Makalenin adı gibi bütün bölge milletleri; feodal yapıları, gelenekleri, orijininden sapmış dini inanışları, kadına bakış açıları, otoriter eğilimleri, güce olan sevgi ve biat anlayışları, uzlaşma ve işbirliği yeteneğinin olmayışı gibi özellikleriyle kendi kültürleriyle hasta olan toplumlardır. Bu kültür onları hem hasta etmekte hem de komşu toplumlarla çatışmalarına yol açmaktadır. (Syf. 42)
Bir söz vardır; ‘‘Yakınmanın bitmediği yerde hayat bir zebani topuzu, yakınmanın bittiği yerde ise hayat bir gül bahçesidir.’’ Ne yazık ki ‘’yakınmak’’ Babil’in asma bahçelerine özgü bir alışkanlıktır. Babil’in asma bahçelerinin hâkim kültürü yakınmaktır, hüzündür, feryattır, figandır. Bu bahçelerde insanlara müzik diye genellikle hüzün şırınga edilir. Bu bahçelerde insanların sevinçlerini alenen dışa vurmaları ayıptır ama kederleri ve yasları, feryatları ve figanları aşikârdır. Babil’in asma bahçelerinde bilgi, eğitim, demokrasi, özgürlük, hak, hukuk ve adalet gibi toplum bilincine yerleşmiş açık kavramlar ile yerleşik kurumlar, kurallar, kaideler ve teamüller yeterince gelişmemiştir. Bu bahçelerde ‘’kin’’ ve ‘’nefret’’ sıkça rastlanılan iki kavramdır. Bu bahçelerde tartışma ve sorgulama kültürü oluşmamıştır, bunun yerine ezber, itaat ve biat kültürü hâkimdir. Bu bahçelerde politika; ilkelerin ve ülkülerin değil, çoğunlukla çıkarların ve güçlerin mücadele aracıdır. (Syf. 42)
Bu bahçeler kargaşa içindedir; bu bahçelerde trafik kargaşası, inşaat kargaşası, insan kargaşası vardır. Bu bahçelerde zekâ yerine şark kurnazlığı, dürüstlük ve liyakat yerine sadakat, görev yerine itaat, hak yerine güç vardır. Bu bahçelerde bilim, sanat, edebiyat, felsefe ve estetik rakipleriyle rekabet edebilecek seviyeye ulaşmamıştır. Bu bahçelerde; eğitim, disiplin ve ahlak adına insanların yaşama sevinci budanır, ciddiyet adına suratları asılır, kadınları; gelenek adına aşağılanır, cinsel obje olarak görülür, baskı altına alınır, katledilir. Bu bahçelerde “Devlet Organizasyonu” halk için değil, halk “Devlet Organizasyonu” için vardır. Bütün bunlar yeni değildir. Mevlânâ Celaleddin Rumi ‘’Bu Ayrılık’’ isimli şiirinde tanımlardı bu bahçeleri: ‘‘Bu kupkuru yerde yakınmadan gayri ne gördük, / bu kupkuru yerde ne gördük zulümden gayri.’’ Sanki Dante’nin şiiri de Babil’in asma bahçelerinin insanlarını anlatır gibidir: “Sizler ki hüzün var / yüzünüzde yere eğik / gözleriniz acınızı gösteren, / nereden gelirsiniz, / renginiz acının rengine dönmüş böyle..!” Muhtemeldir ki Buhtunnasır’ın rüyası gerçek olmuştur. Bu bahçelerde ulviyet iddiasındaki liderlerinde sonu hep Buhtunnasır gibi olmuştur. (Saddam, Kaddafi vb.) (Syf. 42)
Babil’in asma bahçelerinin kültürünü ve insan yapısını ve insanının özelliğini arda arda vereceğim şu üç yazısı ile Lübnanlı yazar, şair ve ressam Halil Cibran daha iyi anlatmaktadır:
“Ne yazık o ulusa ki bir urba giyer, kendi dokumaz, bir ekmek yer, kendi hasat etmez ve bir şarap içer ki kendi testisinden akmaz. Ne yazık o ulusa ki zorbayı kahraman diye alkışlar ve gösterişi fatih cömertliği sayar. Bir ulusa ne yazık ki rüyasında küçümsediği tutkuya uyanıkken boyun eğer.Ne yazık o ulusa ki bir cenaze töreninde yürürken sesini yükseltmez, yıkıntıları içindeyken bile öğünür ve ensesi kılıçla kütük arasında uzanırken ayaklanmaktan geri duracaktır. Devlet adamı bir tilki, düşünürü bir hokkabaz ve sanatı yamama ve taklit olan o ulusa ne yazıktır.
Ne yazık o ulusa ki yeni yöneticilerini borazanlarla karşılar ve yalnızca bir diğerini yine borazanla karşılamak için yuhalarla uğurlar. Ne yazık o ulusa ki bilgileriyle yıllardır dilsiz ve güçlüleri beşiktedir henüz. Ne yazık o ulusa ki parçalara bölünmüş, her parçası kendini bir ulus sanır. “(Syf. 42)

‘’Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin sen, hazdan olmayacak mahvın. Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın. Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıtını. Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlarına. Tanrı’ya yakarır ama firavunlara taparsın. Musa Kızıldeniz’i açsa önünde sen o denizden geçmezsin. Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin. Korkarsın kendinden olmayan herkesten. Ve sen kendinden bile korkarsın. Hazreti İbrahim olsan sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın. Hazreti İsa’yı gözünün önünde çarmıha gerseler sen başka şeylere ağlarsın. Gündüzleri Maria Magdelena’yı fahişe diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çalışırsın.Ey kavmim, sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin, hazdan olmayacak mahvın. Ama sen kendi acına da yabancısın. Kadınların siyah giyer kederle solar tenleri ama onları görmezsin. Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın. Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin. Ve nefret edersin dilencilerden. Utancı bilir ama utanmazsın. Tanrı’ya inanır ama firavunlara taparsın. Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen...Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin... Ey kavmim, tek tek öldürülürken insanların, sen korkudan öleceksin.’’ (Syf. 42)

Halil Cibran’ın ‘’Ermiş’’ isimli kitabından bir bölüm:
‘’Siz kurallar koymayı çok seversiniz, ama kuralları bozmayı daha çok seversiniz. Tıpkı okyanus kıyısında sabırla kumdan kuleler yapan, sonra da kahkahalarla onları deviren çocuklar gibi.’’Belki de bu kat bir sonuç değil bütün çatışmaların anası ve sebebidir.Katlardan arta kalanlar. (Syf. 42)
Erol Toy’un çok güzel bir kitabı vardı iki ciltlik: Toprak acıkınca. (Toprak Acıkınca, Erol Toy, Yaz Yayınları, 1998) Kurtuluş savaşını anlatırdı. Bu kitapta bir konuşma geçer torun ile nine arasında:-
‘’Nine ölüm nedir?’’
- ‘’Ölüm neye benzer biliyor musun Hasan?’’ (Syf. 42)
- ‘’Neye nine?’’
- ‘’Toprak acıkır Hasan. Toprak da insanlar gibidir. Belirli bir süre içinde acıkır. O zaman sürmek gerekir onu. Ekmek gerekir. Doyduysa ne âlâ. Doymadıysa daha ister toprak. Terini alır insanoğlunun. Yetmez. Tohumunu, emeğini alır. Oda yetmez Hasan’ım. Gayrı alacak bir şeyi kalmamıştır. Canını alır. Bir can yetmezse, pek çok can alır. Doyar toprak. Bir süre doyar aldığıyla. Sonra yine acıkır.’’ Susar nine. Bir süre düşünür sonra yeniden devam eder…(Syf. 43)
- ‘’İşte ölüm, insanoğlunun bir lokma gibi, bir tohum gibi toprağa düşmesine benzer.’’Babil’in asma bahçelerinde ölüm hep ninenin söylediği gibi insanoğlunun bir lokma gibi, bir tohum gibi toprağa düşmesine benzemektedir ve bu bahçelerde bu topraklar yukarıda anlatılan nedenlerle hep açtır ve hiç doymamaktadır. (Syf. 43)
Bu katlardan ikinci kattaki (din) unsurların (Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet) bu hâlde olmasının her birisinin kendine özgü nedenleri vardır. İslam dünyasının ise bu hâle gelmesinin bir nedeni de İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi eski Yunan felsefesinde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan İmam-ı Gazalî’nin (Hüccet’ül İslam -İslam’ın kanıtı) (1058-1111) egemen olmasıdır. Gazali 11 ve 12. yüzyıl İslam coğrafyasının çok etkin bir din bilginidir. Saygı duyulan birisidir. İmam-ı Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ (Filozofların Tutarsızlığı) (El-Gazzâlî, Filozofların Tutarsızlığı-Türkçe-Arapça, Çevirenler: Mahmut Kaya - Hüseyin Sarıoğlu, Klâsik Yayınları, 2014) adlı eserinde, Farabi ve İbn-i Sina gibi İslam bilginlerini eleştirerek (ve de kâfirlikle suçlayarak) “akıl, inanca ters düşemez” diye devletin varlığı ve güvenliği için akılcı gidişi önlemeye çalışmıştır. Ayrıca İmam-ı Gazalî ‘’artık İslam tekâmüle erdi’’ diyerek İslam’da içtihat kapısını (yorum, yeni kural koyma) da kapatmıştır. İmam-ı Gazali, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştır. (Syf. 43)
Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ isimli eserinde, İbn-i Sina’nın, sadece İslam düşüncesinin değil, tüm insanlık tarihinin en değerli eserlerinden olan ‘’Kitab’uş Şifa’’sında (İbn Sînâ, Şifa Kitabı, Tıp Kanunu, Felsefe Meseleleri, Müzik / Fikir Mimarları Dizisi, Editör: Hüseyin Gazi Topdemir, Say Yayınları, 2013) geçen düşünceleri de eleştirir. Gazalî kitabının başında Maksadü’l Felâsife adı ile İbn-i Sina’nın felsefe doktrinini özetler. ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’, İbn-i Sina’nın fikirlerini reddetmeye çalışan yirmi bölümden oluşur. Onyedi bölümde İbn-i Sina ve takipçilerinin yanıldığı noktaları göstererek onları küfür ile itham eder. Diğer üç bölümde ise fikirlerinin tamamen İslam dışı olduğunu söyler. Filozoflara karşı öne sürdüğü suçlamaların arasında Allah’ın varlığını ve Allah’tan başka tanrı olmadığını kanıtlayamamalarıdır. (Syf. 43)
İmam-ı Gazalî’den yaklaşık yüz yıl sonra, Endülüslü Halife İbn-i Rüşd (1126-1198) ise ‘’Tehâfüt et – Tehâfüt’’ (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) (Kurtubalı İbn Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı, Çeviren: Muharrem Hilmi Özev, Bordo Siyah Yayınları, Dünya Klasikleri-Felsefe, 2012) denemesinde, akıl-inanç çelişkisinin kaçınılmazlığını, hatta gerekliliğini iddia eder. İbn-i Rüşd, bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunur. ‘’Çünkü’’ der İbn-i Rüşd; “İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir ve bu nedenle akla uygun olan nakle (kutsal söz, vahiy) aykırı olamaz.’’ (Syf. 43)
Gerçekte de İslamiyet, akıl dinidir, bilimi kutsar, bilim, Çin’de de olsa onu oradan gidip almayı önerir. “İlim Çin’de dâhi olsa gidip alınız.”, “Âlimin mürekkebi şehidin kanından daha üstündür.”, “İlim öğrenmek beşikten mezara kadar farzdır.”, “Bir saatlik tefekkür – düşünüş - 60 yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır.” gibi İslam’ın bilim ile çatışmadığını, evrensel bir din olduğunu, akla ve doğaya en uygun din olduğunu açıklayan Hz. Muhammed (SAV)’in hadisleri vardır. Ayrıca Kur’anı Kerim Ra’d (Syf. 43)Suresi 19. ayette ‘’innema yetezekkeru ulül ‘elbab’’ ifadesi geçmektedir ki Türkçe meali şu şekildedir; ‘’Yalnızca derin düşünebilen akıl sahipleri bunu idrak edebilirler’’. Bir kısım yorumcular bu ayette geçen ‘’ulül ‘elbab’’ kavramını ‘’akıl ile vahiy veya nakil çatışınca akl-ı selim karar vermelidir’’ şeklinde yorumlamışlardır. (Dr. Harun Çağlayan, Bilgi Kaynağı Olarak Akıl- Reason As A Source Of Knowledge, Kelam Araştırmaları, 2011, s. 246, Muhammed Abduh, Tevhid Risalesi, Çev. Prof. Dr. Sabri Hizmetli, Ankara, 1986) Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk’ün belirttiği gibi; “Bizim dinimiz en makul ve en tabii dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olabilmesi için akla, fenne, ilme, mantığa uygun düşmesi gereklidir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygun düşer.” (Ord. Prof. Enver Ziya Karal, -1923-01- Fatih ÖZDEMİR Atatürk’ten Düşünceler, ODTÜ Yayıncılık, Ankara 1990, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II) sözü ışığı altında İslam dinin akla ve bilimsel faaliyetlere önem verdiğini görmekteyiz. Kaldı ki bizzat İmam-ı Gazalî kendisi söylemiştir; “astronomi bilmeyen marifetullahta noksan kalır”. Marifetullah; ‘’Allah’ı tanımak’’ demektir. Acaba bilimsiz, ilimsiz astronomi nasıl gerçekleşecektir ki? Görüldüğü gibi hem İslamiyet hem de bizzat Gazalî bilimi kutsarken ne yazık ki Gazalî’nin yanlış anlaşıldığı ve tüm bu uygulamaların bu yanlış anlamadan kaynaklandığı veya güç sahiplerinin işlerine öyle geldiği gibi anladığı değerlendirilmektedir. Muhtemeldir ki Gazalî; akıl ile imanın uyum içinde birbirini tamamlayacağını iddia etmiştir. (Syf. 44)
Aralarında yüzyıl gibi bir zaman aralığı da olsa İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd’ün bu kitapları yazılı tarihin en önemli ve en büyük tartışmalarından birisi olduğu kıymetlendirilmektedir. İbn-i Rüşd bu tartışmayı siyasal planda kaybetmiştir. Çünkü İslam dünyasının sultanları, halifeleri ve güç sahipleri–yanlış anlaşılan veya işlerine öyle gelen, bilim yerine inancı savunduğunu iddia ettikleri- Gazalî’yi desteklemişler, İbn-i Rüşd’ü ise ihmal etmişlerdir. Ancak İslam dünyasında Gazalî’nin görüşünün (veya bu yanlış anlamanın) egemen olmasının tüm İslam dünyası için büyük bir talihsizlik olduğu değerlendirilmektedir. Gazalî’nin görüşü Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Osmanlı medresesine de egemen olmuştur. Osmanlıcada Ehl-i İman ve Ehl-i İlim ve Ehl-i Hikmet (felsefe) kavramları olmasına rağmen Osmanlıda özgür düşünce ve felsefeden uzak durulmuş, din eğitimine ağırlık verilerek bilim ihmal edilmiş ve bu da Osmanlının sonunu hazırlayan nedenlerin başında gelmiştir. (Syf. 44)
Antik Çağ Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo’dan Platon’a kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşen İbn-i Rüşd’ün kitapları Arapçadan Latinceye çevrilmiş ve Batı, unuttuğu Antik Çağın bilim insanlarını ve felsefecilerini yeniden İbn-i Rüşd’ün eserlerinden öğrenerek Rönesans’ı başlatmıştır. Böylece Batı İbn-i Rüşd’ün yolundan giderken, Doğu ise Gazalî’nin yolundan gitmiştir. Varılan sonuç ortadadır. Ancak İbn-i Rüşd, tüm İslam dünyasında ve tüm zamanlarda sadece bir yerde kazanmıştır; bu da Türkiye’dir. Bu topraklarda gerçekleşen 1923 Cumhuriyet devrimlerinin tarihsel ve felsefi anlamı budur.
Günümüzde de İran, Mısır, Afganistan, Pakistan, Irak ve Suriye’de yaşanan olaylar ile İŞİD (İD), El Şebap ve Boko Haram vakaları yeni değildir. İşte ne olmuşsa o zaman (MS 1100) olmuştur. Bugün olanlar Gazalî görüşünün (veya yanlış anlaşılışının) günümüze olan izdüşümleridir. Aşağıda sunulan tespitler İslam dünyasındaki bu talihsizliğin, bu yanlış anlamanın ve bu izdüşümün somut sonuçları olduğu değerlendirilmektedir. 2000’li yılların başında Mısır El Ezher Üniversitesinin bir araştırması yayınlandı. Bu araştırmaya göre son bir yılda yabancı dillerden İspanyolcaya çevrilen kitap sayısı, son 1000 (bin) yılda yabancı dillerden Arapçaya çevrilen kitap sayısından daha fazladır. (Syf. 44)
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Temmuz 2014 tarihinde İstanbul’da düzenlenen 32 ülkeden 100’ü aşkın İslam bilim adamının katıldığı ‘’Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi Toplantısı’’nın değerlendirme oturumunda konuşan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez bazı araştırma sonuçlarını da paylaşarak şunları ifade etti: “Yapılan bazı araştırmalara göre son yıllarda günde ortalama bin Müslüman katlediliyor. Bunun yüzde 90’ı Müslüman tarafından, kardeşi tarafından katlediliyor. Sadece Suriye’de, Irak’ta değil. Libya’da, Pakistan’da, Afrika’da, Myanmar’da... Buralarda ortaya çıkan hareketler var. Şebap’lar, İŞİD’ler, Boko Haram’lar var. Bütün bunlar nasıl türedi. Müslüman kamuoyunda nasıl ortaya çıktı. Üzerinde durmamız gereken en önemli husus bütün bu yapılar nasıl ortaya çıktı. Yanlış yapılar nasıl oluştu. Asıl gaye ise temelinde mezhepçilik ya da fitne ateşini nasıl söndürebiliriz.” Görüldüğü gibi bu coğrafyadaki bir kısım insanlar Müslüman olmuşlar, lakin İslam olamamışlardır. (İslam sözcüğü Arapça “se-le-me” kökünden türemiştir ve anlamı “barış”tır.) (Syf. 44)
O günden (1100-1200) bugüne İbn-i Rüşd, Farabi, (Syf. 44) İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Şirazlı Şadi, Hafız-ı Şirazî, Ahmet Yesevi, El Kindî, Mevlânâ, Yunus Emre, Şems-i Tebrizi, Muhyiddin İbn-i Arabî, Sadrettin Konevî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-î Bağdadî, Bayezid-î Bistamî, İmam-ı Rabbanî (16. yy.), İmam-ı Azâm Ebu Hanife, İmam-ı Buharî ve İmam-ı Gazalî gibi İslam tefekkürlerini, düşünürlerini bu coğrafya bir daha çıkaramamıştır. Bu coğrafyada böylesine İslam düşünürleri bir daha çıkmadığı gibi, İslam dünyasını 20. ve 21. yüzyılda Batı kültürü ile rekabet edebilecek bir güce eriştirecek düşün dünyasının temsilcileri de olmamıştır. Batı dünyasını aydınlığa taşıyan ve 20. yüzyıla hazırlayan sanat ve bilim dünyasının yanında düşün dünyasının Thomas Hobbes, Baruch Spinoza, Immanuel Kant, Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Montesquieu, Auguste Comte, Alexis de Tocqueville, Emile Durkheim, Jean-Jacques Rousseau, Max Weber, Raymond Aron, Maurice Duverger gibi temsilcileri de İslam dünyasında olmamıştır. Günümüzde de tüm dünyaya ve hatta sadece İslam dünyasına da olsa hitap edecek bir İslam entelektüeli de yoktur. Çünkü sadece düşüncenin evrimi olur, inancın evrimi olmazdı. (Syf. 45)
Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour’un (1924 - 16 Ağustos 2014) 1998 yılında yayınlanan güzel bir kitabı vardı; ‘’Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen Kaukasus und Pamir’’ (Geleceğin Muharebe Sahası: Kafkasya ve Pamir Arası) (Goldmann Verlag, April 1998) (Ne yazık ki bu kitap ne Türkçeye çevrildi ne de Türkiye’de ilgi gördü.) Kitapta özetle diyordu ki yazar; İran ve Afganistan’da dini referans alan bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve bölge ülkeleri tamamen, İran ve Taliban cinsi bu dinci akımın etkisine girecektir. 1970’lı yıllardan bu güne, gerçek dinle, gerçek İslam’la, gerçek Müslümanlıkla hiç ilgisi olmayan ve dini, İslam’ı ve Müslümanlığı siyasi amaçlarla kullanmak isteyen ‘’Yeşil Kuşak’’ ve ‘’Ilımlı İslam’’ gibi projeler uygulamaya konulmuş ve bu projeler sonunda da bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmamış, Mısır dâhil tüm Kuzey Afrika’yı, Irak ve Suriye’yi ve tüm Orta Doğu’yu kaplamıştır. İşte Irak ve Suriye’de ortaya çıkan bu çatışmaların bu projelerin bir sonucu olduğu değerlendirilmektedir. (Syf. 45)
Bugün için Afganistan’dan, Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya kadar Babil’in asma bahçelerinde siyasi iktidarlar parçalanarak devlet kapasitesi çökertilmiş, paylaşılan ortak ulusal değer, ortak inanç ve ortak hikâyeler kaybolmuş, bu şekilde bölgede bir siyasal boşluk oluşmuş ve bu boşlukta El Kaide, El Nusra gibi radikal dinci çeteler, IŞİD (İD) gibi terör grupları, aşiretlerden de güç alarak bir din devleti inşa etmeye başlamışlardır. Bu nedenle bazı düşünürler Avrupa’nın 5’inci Yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi Babil’in asma bahçelerinin de bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia etmektedirler. (Syf. 45)
İslam dünyasındaki bu Batı karşısındaki gerileyişinin, mevcut siyasal kavgaların, sosyolojik ve ideolojik ayrışmaların temelinde İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd arasındaki bu bin yıllık tezadın yatmakta olduğu ve yukarıda da anlatıldığı gibi bütün bunların İmam-ı Gazalî’nin düşüncesinin veya yanlış anlaşılmasının egemen olmasının İslam dünyasını getirdiği yer, bir sonuç olduğu düşünülmektedir. Avrupa’da Rönesans’a öncülük etmiş, bilimin, medeniyetin ve insanlığın beşiği bu bahçeler o günden (1100) bugüne bilimi unutmuş, metafiziğin dipsiz kuyularında kaybolmuş ve mezhep ve etnik kavgalar nedeniyle bahçede asma katlar arasında insanları birbirini boğazlar hale gelmiştir. (Syf. 45)
Sonuç
Anlatıldığı gibi Orta Doğu’nun yapısı Babil’in asma bahçeleri gibi kat kattır. Ayrıca bu katların da birbiriyle iç içe geçtiği görülmektedir. Çatışma potansiyelinin çok yüksek olduğu bu bahçelerde, bu katlarda ve aralarında bilimden uzak, etnik kökene, dine ve mezhebe dayalı siyasetlerin sonunun huzursuzluk, çatışma, kan, gözyaşı ve acıkan topraklar olduğu görülmektedir. (Syf. 45)
İngiliz aktör, yönetmen ve yazar Peter Ustinov’un bir tespiti vardır: ‘‘Terör; yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörüdür.’’ Emperyalist güçler bu bahçelerden elini çekmediği, İslam dünyası da emperyalizme alet olmadığı, İslam dünyasının metafiziğin dipsiz kuyularından ve mezhep kavgalarından kurtulup bilime ve akla yönelmediği, bölge halklarının etnik tuzaklardan uzaklaşmadığı ve sonuçta bölgeye gerçek anlamda bir barış ve huzur gelmediği sürece bu tespit doğrultusunda Babil’in asma bahçelerinde terör yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörü olmaya devam edecektir. (Syf. 45)
Ayrıca bölgede hâkim olan ve bölge için politika belirleyen güçler İngiliz yazar ve sanat eleştirmeni John Berger’in şu sözünü hiç unutmamalıdırlar: ‘’Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun. Boğucu egemenlik teröre ilham kaynağı olur; mücadeleye anlam kazandırır.’’ (Syf. 45)
Bölgede barışın ve huzurun tek adresi emperyalist güçlerden, etnik kökenden ve mezheplerden uzak, laik bir düzen içerisinde yaşam, bilimsel temele dayalı eğitim ve yönetim ve bölge ülkeleri arasında sağlanacak uyum, ahenk ve işbirliği ve yüce Atatürk’ün ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ ilkesidir. Bu olduğu takdirde Babil’in asma bahçeleri cennetin katlarına dönüşecektir





2 Haziran 2015 Salı

SEÇİM 2015

07.06.2015 günü ülkemizde genel seçimler yapılacaktır. Seçimin galibi her zaman seçim ortamını hazırlayanlardır. Seçim ortamı, medya ve para kullanılarak hazırlanır. Halkın hür iradesi ile kullandığı oylarla yönetimin belirlendiğini söylemek saflık olur. Ülkenin geleceğine yönelik projeler hazırlayanlar , ülkenin ilerideki rolünü belirleyenler , kendi arzuları istikametinde iktidarları işbaşına getirirler.
28 şubat sonrası ,muhtar bile olamaz denilen kişinin ,Deniz Baykal'ın anayasa mahkemesine itirazından sonra siyasal haklara kavuşması,sonra yapılan ara seçimde Siirt'te boşaltılan yere yerleştirilip başbakan yapılması bir tesadüf değildi. Bu kişi ile ,Baykalın arasında ideolojik olarak hiç bir yakınlık da yoktu.Ama siyasi olarak aynı tarafın üyeleri idi. Peşinden Baykalın da bir komplo ile uzaklaştırılıp siyaset dışına itilmesi de tesadüf değildi.
O zamanlar bebek katili denilen pkk ve siyasi uzantılarının bugün barajı geçmesi için desteklenmesi de bir tesadüf değil , şu an hazırlanan seçim ortamının bir parçasıdır.
Görünen o ki, dün muhtar bile olamayacakken iktidara getirilenler fonksiyonunu tamamlamış ve tasfiyeye hazırlanırken , oyuna yenileri sokulmaya çalışılmaktadır.
Hatırlamak gerekirse bugüne kadar ,12 yıl içerisinde neler olmuştur. Asker baştan sona yargılanıp hapse tıkılmış , devletin en önemli otoritesi yıpratılmış ve fonksiyonunu kaybetmiştir.Üniter yapıyı muhafaza edecek bir otorite kalmamıştır.Aynı zamanda devletin emniyet teşkilatı da operasyonlara maruz kalmış,üst kademe tutuklanmış ve polis de görev yapamaz hale gelmiştir.Yargı tamamen siyasallaşmış, ülkede hukuk ve kanunun yerini siyasi feodalite almıştır.
Eski bir yapının yerine yenisi yapılmadan önce eski yapı kaldırılır ve sonra yeni yapı inşa edilir.
Şu an ülkemizde eski yapı tamamen yok edilmiş ve birinci aşama tamamlanmıştır. Şimdi ikinci aşamanın nasıl devam edeceğini hep birlikte göreceğiz.
Muhtemelen kürtler daha üstlere taşınıp ülke yönetimine ortak edilecektir ve buna müdahale edecek hiç bir güç de olmayacaktır. Kürtlerin imtiyaz sahibi olmaları Türkiye için değil ,ortadoğu politikalarına uygun bir figüran olmasından kaynaklanmaktadır.
Tahmini sonuçlar şöyle olabilir.
AKP % 40-44
CHP % 28-30
MHP % 16-20
BDP % 7-10
Diğer% 3-5

Bu tabloya göre akp eski gücünü kaybeder , muhtemelen zayıf bir iktidar olarak yönetime devam eder, belki tamamen tasfiye olabilir.Önceki seçimlere bakılırsa % 5-6 oy almış bdp' ye barajı geçecek görüntüsü verilmektedir , bu da medya üzerinden yapılmaktadır ve amaç kürtleri üst düzeyde oyuna sokmaktadır.
Eğer bu yönlendirme başarılı olur da barajı geçirirlerse ve üç parti toplamı 276 ' yı geçerse bu üç partinin koalisyon yapmasında siyasi birliktelik açısından sakınca olmayacaktır. Farklı uçlar gibi görünen figüranları birlikte görmeye şimdiden alışalım. Seçim sonuçları açıklandıktan sonra görülecektir ki,bundan sonraki seçim bir erken seçim olacaktır,yani ufukta siyasi istikrarsızlık gözükmektedir.

m.sedat saygılı

20 Mayıs 2015 Çarşamba

Rahmetli Ö.Lütfi Mete'den seçime ithafen

Ömer Lütfi METE / 16 .01.2006 / SABAH

Sandıkta halk iğfali

Bir toplumu veya bir meslek camiasını hepten yozlaştırmak istiyorsanız, kültür altyapısı itibariyle hiçbir birikim aramadan ve yaratmadan seçim hakkı verin ve ' demokrasi bundan ibarettir' deyin yeter! Bugünkü futbolu yönetme yarışında pek çok simaya yapışan sırıtkan pişkinliği izlerken demokratik maskenin altındaki çürümüşlüğün çukurlarını görüyoruz.
En çok da ' futbol sayfaları' bunu gözümüze sokuyor. Televizyon ve radyolardan çok yazılı basına bulaşan sahte demokrasi kepazeliği özellikle hükümetin kime ' destur' verdiği yolundaki haber (!) satırlarından salyasümük akıyor.
Elinde bir kitle iletişim aracı varsa ' herkes bunu istiyor' deyip futbola gazeteci şikesini sokuver gitsin! Nasrettin Hoca ' dünyanın merkezi merkebimin bastığı yerdir' demiş ya; sen de ' inanmıyorsan git herkese sor' dersin! Tam da bunun gibi, ' başbakan filanca kişi ile şu saatte görüştü, böylece feşmekan kişinin önü açıldı' diye haber (!) yap, oh, ne ala!
Kim gidip ' Sahi, siz Ali ile görüşerek Veli'ye destur mu verdiniz?' diye soracak? Sayfanda fanatik kulüp bağımlılığının derin şartlarını nasıl gözetmekteysen, federasyon seçiminde de aldığın emrin gereğini yerine getiriyor ve daha sandığa girmeden feşmekan kişinin zaferini ilan ediyorsun! Bu durumda senin ödülün de garanti! Herhangi bir yarışmaya girmeden efendin -patronun değil- gerekli armağanı verecektir!




Peki ama Başbakan neden böyle bir hengamede federasyon için kol sıvayan adayların birçoğunun ' hık deyicileri' ile özel toplantı yapar? Sırf tarafsız olduğunu, vallahi de, billahi de bu işe karışmadığını söylemek için mi? Ortada filan veya feşmekan kişiler lehine estirilen ' hükümetten icazetli' söylentilerinin kökünü kazımak için mi? Eğri oturup doğru düşünmeye çalışalım: Bugün Demirel gibi futbola kayıtsız bir başbakan da olsaydı hükümet federasyon sandığına eğilirdi. Ya Erdoğan gibi futbol geçmişi olan bir başbakanın bu yarışa ilgisiz kalmasını beklemek saçmalık değil midir? Mesele, siyasi ilginin ne ölçüde kalacağı ve ' müdahil olma' halinin ne kadar demokratik (!) nezaket çerçevesinde gerçekleşeceğindedir.
- Batı'da başbakanlar futbol federasyonlarına burunlarını sokarlar mı?
Sap ile samanı karıştırmayalım. Oralar, şike suçunun vicdani kanaatle cezalandırıldığı, buralar ise kanıtlanmış maç satışının affedildiği diyarlardır... Oralar bir gazetecinin sayfasına sinsice yandaşlık akıtmadığı, buralar ise böyle bir taraf tutuşun marifet sayıldığı yerlerdir. Bununla birlikte ' futbol yalnızca futbol olmadığı için' oralarda da meşin topun idare mekanizması büsbütün özerk değildir. En azından siyaseti güden sermaye, futbolu yönetecek olanların belirlenmesinde etkindir. Oralarda siyaset veya sermayenin parmağı bağırarak devreye girmez, işi kitabına ve demokratik görüntüye uygun şekilde yürütür.
Aradaki bu fark elbette siyah ile beyaz zıtlığı yansıtmaz. Oradaki de görece demokratiktir, buradaki de. Oradaki parlamenter de görece halkı temsil eder, buradaki de. Fark, oradakinin kitaptaki demokrasi tarifine biraz daha fazla benzemesidir. Bu farkı yaratan en önemli etkenlerden biri de gazeteci farkıdır.
Şüphesiz oradaki gazetecinin de duyguları vardır. Kendi ülkelerinin milli dinamiklerince yönlendirildikleri durumlar da çoktur. Ancak mesleklerine saygıları, en azından kafa ve yüreklerindeki ilk beş değer arasında yer alır.
Bizim futbol piyasamıza baktığımızda, 'böyle başa böyle tıraş' değil, 'böyle sportmen (!) basına böyle çürüten sandık' demek durumundayız.
Esasen 60 yıldan beri geviş getirerek aynı demokrasi bulamacını tüketiyoruz.
Hala, sandığı sihirli değnek sandığımız 1946 yılındayız... O zamandan bugüne iki buçuk anayasa daha yaptık ama değişmeyen tek ' baba yasa' var:
- Seçim yapılıyorsa tamamdır, demokrasinin öteki şartları aranmaz!

İnanmayan o günkü ve bugünkü partilere baksın; hepsi de birer siyasi aşiret! Milyonlar da sandığa tıkılıp birkaç kişi tarafından sırayla böyle iğfal edilir zaten.

Ömer Lütfi METE / 16 .01.2006 / SABAH

19 Mayıs 2015 Salı

Seçime giderken , siyaset ve siyasetçi


Mahir KAYNAK 14.02.2006 Siyaset sörf müdür?



Mahir KAYNAK


Siyaset sörf müdür?


Sörf yapan biri, kendi iradesi dışında oluşan dalgalar üzerinde, dengede kalmaya çalışır. Üzerinde bulunduğu denizin nasıl olacağına kendisi karar veremez. Onun işi var olanı değiştirmek değil onun gereklerine göre davranmaktır.

Siyaset de benzer şeklide algılanır. Siyasetçiler yönettikleri toplumun davranışını değiştirmezler. Yapacakları şey bu davranışlara uygun politikalar üretmektir. İnsanların dinci, milliyetçi, solcu, sağcı olmaları siyasetçinin kontrolü dışındadır. Onun görevi var olanı en uygun biçimde yönetmektir.

Siyasetçilerin kaderi de sörfçülere benzer. Acemisi en küçük bir dalgada devrilir usta olan beklenmedik bir değişikliğe kadar dengede kalabilir. Ama belirleyici olan denizdir.

Oysa gerçek siyaset, ya da üst düzey siyaset farklıdır ve bunu yapan siyasetçiler denizin nasıl olacağını da belirler. İnsanların davranışlarını kendi iradeleriyle belirlediklerini düşünmeleri boş bir kuruntudur. Bir dönem camiler bir avuç cemaat toplayabilirken kısa sürede saf tutacak yer kalmayabilir. Toplumda bir tohum halinde var olan milliyetçilik bir anda ayrık otu gibi her yeri kaplar. Uğruna canlarını vermeye hazır oldukları düşüncelerin kendilerine ait olmadığını, bazı odakların oluşturduğu siyasetlerin bir aracı olduklarını düşünmezler bile.

Birileri İslam’ın bir barış dini olduğunu söylese ve insanlara kastetmenin büyük bir günah olduğunu haykırsa bile, başkaları aynı inanç uğruna benzersiz bir kıyıcılığı sergileyebilir. Aynı amaca ulaşmak için birbirine tamamen zıt, diğerini toptan dışlayan davranışları meşru hale getiren insanın kendisi midir yoksa onu bu yola iten daha üstün bir irade var mıdır?

Böyle bir irade vardır ve gerçek siyasetçiler bunlardır. Bunlar sörf yapacakları denizin dalgalarını kendileri oluşturur ve sizi de bunun üzerinde hünerlerinizi göstermeye çağırırlar. En keyifli anınızda birden rüzgarın yön değiştirdiğini, altınızın oyulduğu fark ettiğinizde iş işten geçmiştir. Devrilirsiniz ve eğer şansınız varsa boğulmazsınız ama dağılmış olarak sahneyi terk edersiniz.

Türkiye’de tüm siyasetçiler ya da siyaseti etkilediğini sananlar başkalarının oluşturduğu dalgalar üzerinde sörf yaptılar ve hepsi de denize boyun eğip devrildiler. Siyasetçiler ya bedel ödediler ya da hiçbir anlamları olmadığını derinden hissetmeleri için bir kenara atıldılar. Bir döneme damgasını vuran bürokratlar ihtiyar gevezelere dönüştü, zenginliklerini güç sayanlar beş parasız bırakıldı. Toplumu yönlendirdiği düşünen yazarlar çareyi magazinde buldular.

Alt düzey siyaset, yani başkalarının oluşturduğu dalgalar üzerinde sörf yapmak bazen bir kaderdir. Yaşadığınız ülke, herhangi bir özelliğiyle, üst siyaset yapmaya imkan vermez. Böyle bir durumda tek yapabileceğiniz şey ya siyasetin dışına çıkmak ya da sadece düşünce üretmekle yetinmek olabilir. Ama eğer hem ülkeniz üst siyaset üretmek için, belli bir düzeyde de olsa, elverişli iken kendinizi denizin insafına bırakmak, üstelik en acemi sörfçülere bile yakışmayacak ölçüde beceriksizlik sergilemek , bize has bir özellik olarak görünüyor. Başkalarının yarattığı Yeşil Kuşak projesi çoğumuzu dindar hale getiriyor, milliyetçi olduğumuz zaman bunun hangi uluslar arası projeye hizmet ettiğini sorgulamıyoruz . Ülkemize oluk gibi para akarken eniştemizin bizi iyi niyetle öptüğünü düşünüyoruz.

Siyasetin tanrısal bir uğraş olduğu doğrudur ama onu sıradan bir insanın düzeyinin altına indirdiğimiz halde kutsallık atfetmek anlamsızdır. Şu sıralarda ülkemizde üretilen politikalar hiç keyif vermiyor ve dünyayı izleyerek siyasetin ne kadar heyecan verici bir iş olduğunu hissedebiliyorum.

Usta sörfçülerin bile denizin kenarında ayaklarını suya sokarak zaman öldürmelerine şaşırmıyorum. Hem denizi hissediyorlar hem de dalgaları oluşturanların kaprislerine boyun eğmekten kurtuluyorlar.

14.02.2006

14 Şubat 2015 Cumartesi

Mahir Kaynak hocanın çok değerli yazısı

Mahir Kaynak hocaya  Allah'tan rahmet diliyorum. Hayatımda tanıdığım en zeki insandı.  Anısına ithafen çok değerli bir yazısını tekrarlıyorum.


06.01.2008 Mahir Kaynak / horoz dövüşü
Horoz dövüşü


Horoz dövüşünde horozlardan biri hırpalanır diğeri ise daha fazla zarar görerek kaçar ama çoğunlukla ölür. Kazanan, horozun sahibi ya da onu dövüşe sokandır. İnsanlar arasındaki mücadelede çoğunlukla ve özellikle günümüzde dövüşenler horozlardır, kazanan ya da kaybeden onları dövüşe sürükleyenlerdir.

Dövüşten sonra horozlar yeni bir dövüşe kadar kümese kapatılır, en iyi şeklide bakılır, ölmüşse hemen, sağ kalmışsa güçsüz düştüğünde tenceredeki yerine uğurlanır.

Yaşamım boyunca beni en çok rahatsız eden şey rolümüzün horozdan öteye gitmemesi, karşımızdakini yenerken ya da hırpalanırken gerçekte başkalarının yazdığı senaryoları oynamamızdır. Mücadele ettiğimiz güç de gerçekte bir başkasının oyuna soktuğu horozdu. 1980 öncesinde yaşadığımız terör dalgasında çatışan tarafların hırpalanmasından öteye kalan şey ülkemiz için öngörülen ekonomik yapıyı oluşturmak oldu. Solcular, dünyada sol bittiği için, dönüştüler ve küresel kapitalizmin savunucusu oldular, sağcılar yeni bir dövüşe kadar kümese kapatıldılar.

Eğer bir mücadelede tek hedefiniz karşınızdakini yok etmek ya da hırpalamaktan ibaretse, büyük bir ihtimalle rolünüz dövüş horozluğudur. Karşınızdakinin de zavallı bir araç olduğunu unutur ona kin duyarsınız, kızarsınız ve yaptığı her şeyin haksız olduğunu düşünürsünüz. Size zarar vermesinden korkuyor olsanız bile bu korkunuz saldırganlığa dönüşür ve ölçüsüz hamleler yaparsınız.

Böyle bir durumda horozların birbirine ‘ Bizim aramızda bir düşmanlık yok, sahiplerimiz içgüdülerimizi kullanarak bizi birbirimize düşürüyor. Bırakalım bu dövüşü ve kardeşlik içinde hayatımızı sürdürelim.’ Demesini beklemiyorum. Horoz horozluğunu yapmak zorundadır. Tek çıkış yolunuz horoz olmamaktır. Eğer birisi sizi gagalarsa horozlaşıp dövüşmek yerine yaralanmış bir horoz sahibi gibi davranmanızdır.

Çeyrek asırdır süren, adına terör denen olaylar benim için çözülmesi gereken bir sorundu ama ülkeyi yönetenler bunun yenilmesi gereken bir düşman olduğunu düşündüler. Bölge halkının ezici bir çoğunluğunun karşı olmasına ve onlarla mücadele için silahlanmasını sağlamış olmamıza rağmen azınlığın ülkeyi böleceğini düşündük. Her yerde simülasyonu kullanırken böyle bir devletin kurulmasını simüle edip (taklidini yapıp) ne kadar anlamsız bir şey olacağını göremedik. Her isteyenin devlet kuramayacağını, devletlerin büyük güçlerin masalarında kurulacağını ve onların bu konudaki politikalarının ne olduğunu irdelemedik. Oysa Osmanlının kolunu bacağını kesip onu bir vücut haline getirdiklerini, birbirinin fotokopisi kadar benzeşen Arapları ayrıştırdıklarını yaşayan bizdik.

Ben olsaydım ABD başkanıyla PKK’yı konuşmazdım ve böyle bir konunun gündeme gelmesini bir küçümseme sayardım. Bölgenin geleceğini, yeni haritanın biçimini ve bizim yerimizin nasıl olması gerektiğini tartışırdım.

Dövüş horozu olmamakta kesin kararlıyım. Ya horozun sahibi olurum ya da bu kavgaların dışında kalırım. Böyle bir dövüşü seyretmek bile son derece incitici.


06.01.2008 06.01.2008 Mahir Kaynak / horoz dövüşü
Horoz dövüşü


Horoz dövüşünde horozlardan biri hırpalanır diğeri ise daha fazla zarar görerek kaçar ama çoğunlukla ölür. Kazanan, horozun sahibi ya da onu dövüşe sokandır. İnsanlar arasındaki mücadelede çoğunlukla ve özellikle günümüzde dövüşenler horozlardır, kazanan ya da kaybeden onları dövüşe sürükleyenlerdir.

Dövüşten sonra horozlar yeni bir dövüşe kadar kümese kapatılır, en iyi şeklide bakılır, ölmüşse hemen, sağ kalmışsa güçsüz düştüğünde tenceredeki yerine uğurlanır.

Yaşamım boyunca beni en çok rahatsız eden şey rolümüzün horozdan öteye gitmemesi, karşımızdakini yenerken ya da hırpalanırken gerçekte başkalarının yazdığı senaryoları oynamamızdır. Mücadele ettiğimiz güç de gerçekte bir başkasının oyuna soktuğu horozdu. 1980 öncesinde yaşadığımız terör dalgasında çatışan tarafların hırpalanmasından öteye kalan şey ülkemiz için öngörülen ekonomik yapıyı oluşturmak oldu. Solcular, dünyada sol bittiği için, dönüştüler ve küresel kapitalizmin savunucusu oldular, sağcılar yeni bir dövüşe kadar kümese kapatıldılar.

Eğer bir mücadelede tek hedefiniz karşınızdakini yok etmek ya da hırpalamaktan ibaretse, büyük bir ihtimalle rolünüz dövüş horozluğudur. Karşınızdakinin de zavallı bir araç olduğunu unutur ona kin duyarsınız, kızarsınız ve yaptığı her şeyin haksız olduğunu düşünürsünüz. Size zarar vermesinden korkuyor olsanız bile bu korkunuz saldırganlığa dönüşür ve ölçüsüz hamleler yaparsınız.

Böyle bir durumda horozların birbirine ‘ Bizim aramızda bir düşmanlık yok, sahiplerimiz içgüdülerimizi kullanarak bizi birbirimize düşürüyor. Bırakalım bu dövüşü ve kardeşlik içinde hayatımızı sürdürelim.’ Demesini beklemiyorum. Horoz horozluğunu yapmak zorundadır. Tek çıkış yolunuz horoz olmamaktır. Eğer birisi sizi gagalarsa horozlaşıp dövüşmek yerine yaralanmış bir horoz sahibi gibi davranmanızdır.

Çeyrek asırdır süren, adına terör denen olaylar benim için çözülmesi gereken bir sorundu ama ülkeyi yönetenler bunun yenilmesi gereken bir düşman olduğunu düşündüler. Bölge halkının ezici bir çoğunluğunun karşı olmasına ve onlarla mücadele için silahlanmasını sağlamış olmamıza rağmen azınlığın ülkeyi böleceğini düşündük. Her yerde simülasyonu kullanırken böyle bir devletin kurulmasını simüle edip (taklidini yapıp) ne kadar anlamsız bir şey olacağını göremedik. Her isteyenin devlet kuramayacağını, devletlerin büyük güçlerin masalarında kurulacağını ve onların bu konudaki politikalarının ne olduğunu irdelemedik. Oysa Osmanlının kolunu bacağını kesip onu bir vücut haline getirdiklerini, birbirinin fotokopisi kadar benzeşen Arapları ayrıştırdıklarını yaşayan bizdik.

Ben olsaydım ABD başkanıyla PKK’yı konuşmazdım ve böyle bir konunun gündeme gelmesini bir küçümseme sayardım. Bölgenin geleceğini, yeni haritanın biçimini ve bizim yerimizin nasıl olması gerektiğini tartışırdım.

Dövüş horozu olmamakta kesin kararlıyım. Ya horozun sahibi olurum ya da bu kavgaların dışında kalırım. Böyle bir dövüşü seyretmek bile son derece incitici.


06.01.2008