HOŞ GELDİNİZ

Siyasetçi doğru olanı değil , uygun olanı söyler.

29 Ocak 2024 Pazartesi

NAS ( Taha Akyol 30.01.2024 )

 

Mesele din-toplum ilişkileri bakımından önemlidir. İnandığımız dinin ve de seküler ideolojilerin hayatla teması meselesi!..

Din devleti ısrarları, hele de zorlamaları hayata ne kadar cevap verebilir? Suud, İran, Taliban gibi örnekleri gösteriyor ki hayata zarar vermektedir.

Katiller sürüsü IŞİD’i saymıyorum bile.

Dini uyguladıklarını düşünüyorlar, ama nerde yanlış yapıyoruz diye düşünmüyorlar.! Temeldeki sorun budur. Münferit konularda pratik düzeltmeler yapabilirler… Ben “düşünceyi gözden geçirmek”ten söz ediyorum.

‘NASLAR NEYİ GEREKTİRİYORSA’

Cumhurbaşkanı Erdoğan faiz politikasını naslara dayandırdı. Bu düşünceyle ve içindeki “ben yönetirim, ben” saikiyle Merkez Bankası’nın bağımsızlığını kaldırdı ve nihayet Kavcıoğlu’nu getirerek faizi yüzde 8.5’a kadar indirtti.

Şu sözlerini hatırlayacaksınız:

“Neymiş efendim? Faizleri düşürüyormuşuz. Benden başka bir şey beklemeyin. Bir Müslüman olarak naslar neyi gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğim.” (19 Aralık 2021)

Erdoğan’ın bu sözleri ayakta, coşkulu alkışlarla karşılanmıştı. Düşük faizli kredi popülist bir dünya nimetidir, kim istemez ki?!. Dine dayandırılması da tabii dindarlarda sadakat duygusunu güçlendiriyor.

Ama ülkeyi krize sürükledi ve…

Gecen perşembe Merkez Bankası faizleri yüzde 45’e çıkardı, elbette Erdoğan’ın onayı ile…

Peki, “Müslüman olmak” politika faizini emirle indirtmeyi gerektiriyorsa, faizin yüzde 45’e çıkarılmasına ve Erdoğan’ın bunu desteklemesine İslami açıdan ne diyeceğiz?!

İÇTİHAT YOK MU?

Çağımızda Müslümanlar bu gibi hayati soruları düşünce dünyasına alıp araştırmadıkça bir atılım yapamazlar. Kadın hakları da aynı şekilde hayatidir.

“Nas var” deyip kestirip atmak selefi hareketlere yol açabiliyor. Halbuki İslam medeniyetinin parlak dönemlerinde “nas var” demekle yetinmemişlerdi. ”İçtihad” denilen rasyonel tefekkürle “kıyas”ın dar sınırlarının da dışına çıkmışlar, “icmâ, zaruret, örf, maslahat, tahsis” gibi metotlar geliştirmişlerdi. Bunlardan biri “istihsan”dır, iyi ve güzel olanı tercih anlamına gelir. Bu konularda Ali Bardakoğlu Hocamızın “Yüzleşmek” kitabını ve Mehmet Erdoğan Hocamızın “İslam’da Ahkâmın Değişmesi” kitabını tavsiye ederim.

Faiz konusunda KURAMER’in “Para ve Faiz” adlı kitabı sadece dini kaynakları değil modern iktisadı da inceleyen değerli bir eserdir.

Tarihten tipik bir örneği yine yazacağım: Şeyhülislam Çivizade, para vakıflarının faizle para vermesini ‘nas var’ düşüncesiyle Kanuni Süleyman’a yasaklatmış, ortaya çıkan iktisadi kriz üzerine yeni Şeyhülislam Ebussuud Efendi vakıfların yüzde 12 faizle kredi vermelerini caiz bulan fetvasını yazmıştı.

Erdoğan bunun gerekçesini hiç merak etmiş midir, bilmiyorum.

Konuyu açık fikirli ilahiyatçılara bırakarak, iktisadi ve siyasi yönüne dönelim.

BİLİMİN ÖNGÖRÜSÜ

Erdoğan “nas var” diyerek emirle faiz indirtirken önde gelen iktisatçılarımızdan Prof. Selva Demiralp, Naci Ağbal’ın ortodoks politikalarını destekliyor, fakat Kavcıoğlu döneminde emirle faiz indirmenin sakıncaları konusunda sürekli uyarılar yazıyordu:

“TCMB hatalı kararlarında ısrar etmemeliydi. Yanlış zamanda gelen faiz indirimi ekonomik maliyetleri ve enflasyonu daha da tetikler. Ekonomiyi genişletmek şöyle dursun daraltır.” (21 Ekim 2021)

Aynen böyle oldu. Bugün emirle faiz indirtmenin yarattığı yüksek maliyet, yüksek enflasyon ve daralma sıkıntılarını yaşıyoruz.

Faiz-piyasa ilişkileri uzun asırlarca denenmiş, ekonominin ‘tabiat kanunu’ haline gelmiştir: Faiz enflasyonun sonucudur! İşte Erdoğan da devletin bütün gücünü, bütün müdahale araçlarını kullanarak faizi emirle indirtti ama patlattığı enflasyonu indirmek için açı ilaç olarak faiz yüzde 45’e çıktı. İlk defa olarak enflasyonun inebileceği umudu doğdu.

İktisat ve siyaset tarihine geçecek çok büyük ve çok sıkıntılı bir tecrübe yaşadık. Çıkan ders şu: Ekonomi politikacının indî görüşlerine ve seçim hesaplarına terk edilemeyecek kadar önemlidir; Merkez Bakası bunun için bağımsız olmalıdır… Siyasetin görevi din ve vicdan hürriyetini eksiksiz sağlamaktır, nasları devlet gücüyle uygulamak değil. Yani demokratik laik sosyal hukuk devleti.

Tarih bilimi de söylüyor bunu.

10 Aralık 2023 Pazar

BABİL’IN ASMA BAHÇELERİ E. Tuğgeneral. Osman Aydoğan. TSK Mehmetçik Vakfı Genel Müdür Yardımcısı Mehmetçik Vakfı Dergisi, Yıl: 15, Sayı: 31, Eylül 2014, Sayfa: 38-45 Orta Doğu; Akdeniz’den Pakistan’a kadar uzanan, Arap Yarımadası’nı ve Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının birbirlerine yaklaştıkları yerleri kapsayan ve birbirine komşu ülkelerin oluşturduğu bir bölgedir. Orta Doğu kavramı İngilizlerin 19. yüzyılda ortaya çıkardıkları bir kavramdır. Bu tanımlamada İngiltere ve Avrupa ülkeleri merkez kabul edilmiş; Doğu, Uzak Doğu, Yakın Doğu, Orta Doğu gibi kavramlar buna göre tayin edilmiştir. Bu tanıma göre Orta Doğu ülkeleri; Suriye, Irak, Katar, Kıbrıs, Ürdün, İsrail, Lübnan, İran, Filistin, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Kuveyt, Bahreyn, Yemen, Mısır, Afganistan, Pakistan, Tunus, Cezayir, Libya, Sudan ve Fas’tır. (Syf. 38) Aynı şekilde ‘’Orta Asya’’ kavramı da İngilizlere aittir. Bütün Tarih kitaplarında bugün Orta Asya diye ifade ettiğimiz bölgenin adı 18’inci yüzyıla kadar ‘’Türkistan’’dı. Doğrudur, Londra’dan bakarsanız orası Orta Asya’dır. Bizler de İngilizlerin ifadesiyle bu bölgeye ‘’Türkistan’’ yerine ‘’Orta Asya’’ diyerek, Türk milletinin üç bin yıllık tarihini ve bu bölge ile olan bağını bir sözcükle silip attık. Benzer şekilde biz de İngilizler gibi Güneyimizdeki hemen yanı başı komşularımıza çok uzaklarda bir yermiş gibi ‘’Orta Doğu’’ dedik. Hatta hızımızı alamadık Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan ülkelerini de ‘’Trans Kafkasya Ülkeleri’’ diye adlandırdık. ‘’Trans’’ öte demek, eğer Moskova’dan bakarsanız doğrudur bu ülkeler Kafkasya ötesi ülkeleridir, dolayısı ile ‘’Trans Kafkasya Ülkeleri’’dir. Ancak Anadolu’dan, Ankara’dan bakarsanız öyle midir? Bu ülkeler her yönüyle ‘’öte’’ denemeyecek kadar Anadolu’nun bir uzantısıdırlar. (Syf. 38) Orta Doğu; Doğu ile Batıyı, Akdeniz ile Hint Okyanusu’nu, Rusya ile sıcak denizleri birbirine bağlayan, aynı zamanda Doğu ile Batı arasındaki bütün ticari ve kültürel bağlantıların yapıldığı bir bölgedir. Yeryüzünün en önemli kara ve suyollarına, su ve enerji kaynaklarına sahip olması, tarihin, dinlerin ve uygarlıkların beşiği olması nedeniyle sahip olduğu eşsiz jeopolitik değer, Orta Doğu’yu tarihin ilk dönemlerinden bu yana dünya egemenliği peşinde koşan güçlerin birincil hedefi haline getirmiştir. Bu nedenle de tarihin başlangıcından bugüne Dünyanın en huzursuz bölgesi olmuştur. Bu huzursuzluğun diğer nedenleri de bölgenin karmaşık etnik, dinî, mezhebi, siyasi, demokratik, sosyolojik ve kültürel yapısından kaynaklanmaktadır. (Syf. 38) Önce bölgeye ait bir tarihî bilgi: Osmanlı hükümdarlarına ‘’Sultan’’, Mısır krallarına ‘’Firavun’’ dendiği gibi Babil krallarına da ‘’Nemrut’’ genel adı verilir. Babil kralları Keldânî kavminden gelirler ve Nemrut diye adlandırılırlar. Birinci Nemrut, Hz. Nûh’un oğlu Hâm’ın soyundandır. Babil şehrini kurdu. Bilinen bir diğer Babil kralı Nemrut Hammurabi’dir. İnşa ettirdiği ünlü asma bahçeleriyle tanınan Babil hükümdarı Nemrut Buhtunnasır’dır. Buhtunnasır’ın diğer adı Nebukadnezar veya Batı’da bilinen adıyla Nabucco’dur (MÖ 605-562). O’nun üç kişiyi Babil’de Dora ovasına diktirdiği altın puta tapmadıkları için ateşe attırdığı, ancak onların yanmadıkları rivayet edilir. Bunlardan birisi Hz. İbrahim’dir. Bu olay Kur’anı Kerim’de Enbiya Suresinde anlatılır; ‘’Biz de dedik ki: Ey ateş, İbrahim’e karşı soğuk ve esenlik ol.” (Enbiya Suresi, 69-71) (Syf. 38) Buhtunnasır’ın inşa ettirdiği asma bahçeler Babil’in çorak Mezopotamya çölünün ortasında, ağaçlar, akan sular ve egzotik bitkilerin bulunduğu çok katlı bir bahçedir. Söylentiye göre Buhtunnasır, bu yapıyı sıla hasreti çeken karısı Medes kralının kızı Semiramis için yaptırmıştır. Buhtunnasır Kudüs’ü ele geçirerek -MÖ 587- halkın devlet adamı, yazar ve sanatçı gibi ileri gelenlerini tutsak edip Babil’e götürmüş, Yahudi devletini ortadan kaldırıp Kudüs´teki Hazreti Süleyman Mabedi’ni yıkarak Babil Devleti’ni Suriye’den Mısır’a kadar genişletmiştir. Böylece Buhtunnasır, tüm Orta Doğu’yu -ilk, tek ve son olarak- birleştirmiştir. (Syf. 38) Rivayete göre Buhtunnasır (Nebukadnezar- Nabucco), bir rüya görür ve kâhinlerini çağırıp rüyasını tabir ettirmek ister ancak Buhtunnasır rüyasını hatırlamamaktadır. Kâhinler hem Buhtunnasır’ın ne rüya gördüğünü bilip hem de tabir edecekler veya öleceklerdir. Semâvî dinlerin tümünde peygamber olarak kabul gören, İsrâiloğulları’na gönderilen peygamberlerden olan Hz. Danyâl -İngilizce kaynaklarda adı “Daniel” olarak geçer-, bu imkânsız görünen işi yapar ve kâhinleri kurtarır. (Syf. 38-39) Hz. Danyal Buhtunnasır’a der ki; ‘’Yerde ve gökte olan herşeyi bilen bir Allah var. O bana rüyanızı söyledi.’’ Buhtunnasır rüyasında beş katlı bir heykel görmüştür. Sonra heykel yuvarlanarak yıkılmış ve parçalanmıştır. Hz. Danyal bu rüyayı şöyle yorumlar: ‘’Bütün bölgeyi -Orta Doğu- egemenliğiniz altına alacak ve tek bir devlet oluşturacaksınız. Ancak sizden sonra gelenler bu ülkeyi bir arada tutamayacaklar ve ülkeniz parçalanacak ve halkınız sürekli ıstırap çekecek, kan ve gözyaşı dökecek ancak ülken bir daha asla bir araya gelemeyecek.’’ (Syf. 39) Bir rivayete göre tanrılık iddiasındaki Buhtunnasır’ın burnuna bir sinek kaçar ve beynine kadar ilerler ve sinek orada dönmeye başlar. O andan itibaren Buhtunnasır’da müthiş bir başağrısı başlar. Buhtunnasır başağrısına çare olarak başını tokmaklattırmakta bulur. Her tokmakta sinek hareketini keser, böylece başağrısı durur. Buhtunnasır başına tokmağın her inişinde daha hızlı vurun diye talimat verir. Böylece tanrılık iddiasındaki Buhtunnasır başına inen tokmaklarla çırpına çırpına can verir. (Syf. 39) İşte Orta Doğu’nun etnik, dini, mezhebi, siyasi, demokratik, sosyolojik ve kültürel yapısı da tıpkı Babil’in asma bahçeleri gibi kat kattır. Bu katlar aynı zamanda çatışma alanlarıdır. Bu katları bilmeden Orta Doğu’yu anlamak imkânsız gibidir. Çatışma şiddetleri katlar arasında zaman içerisinde yer değiştirmekle beraber bu katlar şu şekildedir: (Syf. 39) 
Orta Doğu’nun birinci katı; etnik yapısıdır. Bu kadim topraklarda bulunan etnik unsurlar dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar kaynaşmamış bir halde bulunmaktadır. Ana olarak Arabî, Farsî, Türkî, Kürdî ve Yahudi unsurlar bulunmaktadır. Mikro unsurlara bakarsanız içinden çıkamaz hale gelirsiniz: Ermeni, Rum (Grek), Süryani, Keldani, Nasturi, Çerkez, Beluci, Glaki, Lur, Balok vs. say say bitmez. Bu çeşitli etnik yapı bir bütün halinde de değildir. Hemen hemen her ülkede az veya çok bu etnik yapı temsil edilmektedir. Bu etnik yapılar arasında derin problemler bulunmaktadır. (Syf. 39) 
Orta Doğu’nun ikinci katı; dinî yapısıdır. Bölgede başta Müslüman, Hristiyan ve Musevi olmak üzere üç temel inanca sahip insanlar bulunmaktadır. Esas kadim çatışma bu üç din arasındadır. 
Orta Doğu’nun üçüncü katı; mezhep yapısıdır. Müslümanlar; Şii, Sünni ve Alevi diye alt gruplara ayrılmaktadır. Sünniler geleneksel olarak; Hanefi, Hanbelî, Maliki ve Şafi şeklinde ayrılmakta ve ayrıca mezhep olarak Selefi ve Vehhabiler de bulunmaktadır. Dürzi, Nusayri, Zeydi ve İbadiler de diğer Müslüman gruplardır. Hristiyanlar ise; Marunî Hristiyanlar (Arap Katolikleri), Grek Ortodokslar, Grek Katolikler ve Ermeni Ortodokslardan oluşmaktadır. Bölgede, hem İncil’i hem de Kuran’ı kutsal sayan ancak “Allah’a peygambersiz inanan halk” anlamına gelen “Ezdai” olarak adlandırılan ve yol göstericileri olarak Yezid bin Ezidiyan’ı (Emevi sultanı Yezid bin Muaviye ile sadece isim benzerliği vardır) kabul eden Ezidi’ler gibi mezhepler de vardır. Daha vahim çatışma ise bu mezhepler arasındadır. (Syf. 39) 
Orta Doğu’nun dördüncü katı; siyasi yapısıdır. Bölgedeki ülkelerin büyük çoğunluğu gerçek anlamda henüz ‘’devlet’’ olamamışlardır. Bölgedeki ülkelerin çoğunun siyasî yapıları hâlâ aşiret düzeyindedir. Bölgede bir ulus organizasyonu yapılamamış, bir ortak toplum projesi de gerçekleştirilememiştir. Bölgedeki liderler, Saddam’dan, Kaddafi’ye, Esad’dan Nasır’a kadar Arap Bismarck’ı veya çağdaş Buhtunnasır olmak istemişlerse de bu nedenle başarmaları mümkün olmamış, başarmaları mümkün olmadığı gibi bu yöndeki çabaları da hüsranla sonuçlanmıştır. (Syf. 39) Ayrıca bölge devletleri arasındaki siyasi ilişkilerde ve ittifak yapılarında Emevi kültürü hâkimdir. Bu kültürü en iyi şekilde tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî’nin Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar konusunda bir strateji ilkesi olan şu sözü yansıtmaktadır: (Syf. 39) ‘’Onlar; zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.’’ (Syf. 40) Bölgede Birinci Dünya savaşı sonrası sınırlar emperyalist güçlerin keyfine göre çizilmiş, ülkelerin devlet yapıları da yine emperyalist güçlerin çıkarlarına göre yapılmıştır. Savaş sonunda adil bir barış yapılmamıştır. Bu konuyu en iyi anlatan David Fromkin’in ‘’Barışa Son Veren Barış’’ isimli kitabıdır. (Barışa Son Veren Barış, David Fromkin, Orijinal Adı: A Peace to End All Peace, Epsilon Yayınları, 2004) Kitap, Birinci Dünya Savaşı ve sonraki ilk yıllarda (1914–1922) dünyadaki güç dengelerinin panoramasını oluştururken, özellikle de Doğu’da emperyalist güçlerin masa başında bugünkü Orta Doğu’nun haritasını nasıl yeniden şekillendirdiğini anlatmaktadır. Bu siyasi yapı bir başka çatışma katıdır. (Syf. 40) 
Orta Doğu’nun beşinci katı; demokratik yapısıdır. Bölge ülkelerinin bazılarının isminde veya devlet yapılarında ’’demokrasi’’ ismi geçiyor olsa da bunun gerçek anlamda demokrasiyle bir ilgisi yoktur. Çünkü demokrasi, öncelikle burjuva demokratik devriminin ve sanayi devriminin bir ürünüdür, üretim, bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi ile gelişir, ekonomik ilişkiler ve bunun üzerinde gelişen sosyal ilişkilere dayanır. Bunların hiçbirisi bölge ülkelerinde yoktur. Tabanda demokrasinin temelleri atılmamıştır, Batı tipi bir demokratik toplum ve demokratik işleyiş kurulmamıştır. Gerçek demokratik bir düzen için ihtiyaç duyulan demokratik insan da yetiştirilmemiş, insan davranış ve değer yargıları da demokrasiye uygun bir biçimde değiştirilmemiştir. Bu nedenle bütün demokrasi girişimleri bünyeye uymamakta ve bu kat da çatışma sebebi olmaktadır. Ayrıca demokrasi olmayınca mevcut sosyal gruplar kendilerini dışlanmış hissetmekte, dışlanma ötekileştirmeyi, ötekileştirme de düşmanı yaratmakta bu da bir çatışma sebebi olmakta ve şiddeti artmaktadır. (Syf. 40) 
Orta Doğu’nun altıncı katı; sosyolojik yapısıdır. Modernleşmenin tam olarak sağlanamadığı bu bölgede Avrupa ve Amerika merkezli ideolojik bir yabancılaşma söz konusudur. Bu yabancılaşma bir kültür ikilemini doğurmaktadır. Bu yabancılaşmanın bir sonucu olarak bölgedeki bütün bu etnik, dini ve mezhep yapısı kendi içinde de değişik sosyal gruplara ayrılmaktadır. Bu ayrışım içinde Batı Dünyası ile kısmen bütünleşmiş veya bütünleşmek isteyen ve Batılı bir yaşam tarzını benimseyenler ile kendi muhafazakâr yapısını korumak isteyen veya radikal düşüncesini gerçekleştirmek isteyen gruplar bulunmaktadır. Bu ayrımı Laik Müslüman - İslamcı veya Ilımlı Müslüman- fanatik Müslüman veya radikal Yahudi- ılımlı Yahudi diye de yapabiliriz. Bölgedeki en tehlikeli ve derin çatışma bu kattadır. (Syf. 40) 
Orta Doğu’nun yedinci katı; bölge ülkelerinin küresel güçlerle olan ilişkileridir. Bütün bölge ülkelerinin küresel güçlerle çok özel ilişkileri vardır ve bu küresel güçler bütün bölge devletlerinin hücrelerine kadar nüfuz etmiştir. Bölgede küresel güçlerin menfaatlerine uyum sağlayamayan hiçbir iktidar uzun süre görevde kalamamaktadır. Saddam’dan Kaddafi’ye bölge liderlerinin tasfiyesi düşündürücüdür. Bölgede emperyal güçlere ters düşecek, küreselleşme karşıtı, ulusalcı, tam bağımsızlıkçı sivil - asker ne kadar güç varsa hepsi etkisiz hale getirilmiştir. (Syf. 40) 
Orta Doğu’nun sekizinci katı; 
sorunu çözülmemiş Filistin’dir. Filistin sorunu çözülmediği sürece çatışma sebebi olmaya devam edecektir. Sorunun birincil kaynağı İsrail’de yerleşik bir varlık olan ve hep toprak peşinde koşan Siyonizm ve Siyonist siyaseti rehber edinen İsrail yöneticileridir. (Sion; Kudüs’ün eski adıdır, aynı zamanda Kudüs’te Yahudilerin kurduğu ilk kaledir, Tevrat’ta ise Kudüs’ün doğu tepesine verilen addır. Siyonizm de bu kelimeden gelir.) Sorunun ikincil kaynağı da İsrail’i hepten tanımayan siyasal İslam’dır. Bölgede Filistin’in en büyük destekçisi ve İsrail’in en büyük karşıtı Saddam’lı Irak idi. Birinci Körfez Krizinde İsrail’e düşen Saddam’ın Scud füzeleri hâlâ hafızalardadır. (Syf. 40) Bölgede Filistin’in ikinci en büyük destekçisi ve İsrail’in ikinci en büyük karşıtı Kaddafi’li Libya idi. Bölgede Filistin’in üçüncü en büyük destekçisi ve İsrail’in üçüncü en büyük muhalifi Esad’lı Suriye idi. Bu ülkelerden ilk ikisi tasfiye edilmiş, üçüncüsü ise yaşattırıldığı iç savaşla var olma mücadelesi vermektedir. Bu şekilde Filistin’i gerçek anlamda destekleyen bu üç devletin de saf dışı bırakılmasıyla; Filistin’in korumasız, kimsesiz, sahipsiz ve desteksiz, İsrail’in ise kontrolsüz ve muhalifsiz bırakıldığı değerlendirilmektedir. ABD ve AB’nin İsrail’in yanında yer aldıkları malumdur. Bu süreçlerden sonra İsrail’in Filistin konusunda daha bir pervasız ve daha bir frensiz hareket edeceği beklenmektedir. Bu durum ise sorunu daha bir içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. (Syf. 40) 
Orta Doğu’nun dokuzuncu katı; doğal enerji kaynakları ve su sorunudur. Tüm dünyada, fosil kaynaklar denilen kömür, petrol ve doğalgaz, toplam enerji tüketiminin %85’ini oluşturmaktadır. Fosil kaynakların en önemli kesimini de petrol oluşturmaktadır. Orta Doğu, bugün, dünya petrol tüketiminin %60’ını, doğal gaz ihtiyacının ise %25’ini sağlamaktadır. Tahminlere göre dünya petrol rezervi yaklaşık olarak 1.200 milyar varildir ve bunun yaklaşık 750 milyar varili Orta Doğu topraklarında bulunmaktadır. Ayrıca Orta Doğu petrolü kaliteli ve çıkarılması kolay bir petroldür. Bu yüzden, petrol üretimine yatırılan sermayenin kâr oranı, dünyanın diğer kesimlerindeki petrol üretimine göre çok daha yüksektir. Bu durum ise, emperyalist güçlerin iştahını kabartmaktadır. (Syf. 41) Dünya yüzeyinin yaklaşık % 70’i sularla kaplıdır, fakat insanoğlu bu suyun ancak %3’lük bir kısmını kullanabilmektedir. Bu % 3’lük kısmın dünya üzerindeki dağılımı son derece dengesizdir. Bu durum kimi ülkeleri su zengini yaparken, kimi ülkeleri kuraklıkla karşı karşıya bırakmaktadır. Orta Doğu bölgesi zaten su kaynakları açısından kıttır. Sınır aşan sular vardır. Bu durum Orta Doğu’daki birçok ülke için hayatî sorunlar yaratmaktadır. Suya ve su kaynaklarına ulaşmak işbirliği kültürünün olmadığı Orta Doğu’da en büyük çatışma sebebidir. Hızla artan Orta Doğu nüfusu ve küresel ısınma da su sorununun şiddetini artırmaktadır. Dışarıda petrol, içeride su hâkimiyeti çabaları Orta Doğu için büyük bir çatışma kaynağını oluşturmaktadır. (Syf. 41) Orta Doğu’nun onuncu katı; kültürel yapısıdır. Önce bölgeye ait bir hikâye: Yunan mitolojisinde Tanrı Zeus şimdiki Kaz dağında (o zamanki İda dağında) yaşar. İki oğlu vardır. Ne yazık ki bu ikisi de birbirinden kıskançtır. Zeus bunların kıskançlığından bıkar ve en kıskancını karşısına alarak sorar; ‘’Oğul! Dile benden ne dilersen, sınırsız olarak dilediğin her şeyi vereceğim, ancak bir şartım var; benden dilediğinin iki mislini kardeşine vereceğim.’’ Oğul cümlenin ilk yarısında sevinir ancak cümlenin (Syf. 41) tamamlanmasıyla üzülür, biraz düşündükten sonra cevap verir: ‘’Baba, benim bir gözümü çıkar!’’ Hikâyede olduğu gibi bu özellik bölgenin hâkim kültürüdür; Kaybet – kaybet! (Syf. 42) Carl Von Clausewitz’in ‘’savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir’’ tezi bize şimdiye kadar çatışmaların sebeplerini anlamaya çalışmak için temel bir esas vermekteydi. Ancak; hâlen İngiliz Kraliyet Akademisinde öğretmenlik yapan İngiliz düşünür ve yazar John Keegan’ın güzel bir kitabı vardır; ‘’Die Kultur des Krieges’’ (Savaşın Kültürü) (Die Kultur des Krieges, John Keegan, Verlag: Rowolt Tb. 2007) (Bu kitap Türkçeye ‘’Savaş Sanatı Tarihi’’ olarak çevrilmiştir, Doruk Yayınları, Tarih Dizisi, 2007) John Keegan bu kitabında Clausewitz’in ‘’savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir’’ önermesine bir karşı tez getirip savaşın kültürel karakterine vurgu yaparak savaşın esas nedenini kültüre bağlamaktadır. Keegan’a göre işbirliği özelliğinin ve davranışının ve uzlaşma kültürünün gelişmediği ve çatışma alışkanlığının hâkim olduğu kültürlerde savaş kaçınılmaz olmaktadır. Babil’in asma bahçelerinde birey ve toplum bazında işbirliği ve uzlaşma kültürünün geliştiğini gösteren pek bir emare bulunmamaktadır. Uyum, ahenk, işbirliği ve uzlaşma kültürünün olmadığı bu bölge, bölgenin hâkim karakteri ‘’çatışma kültürü’’ ile yoğrulmuştur. Bu da gelecek açısından ürkütücü ve de korkutucudur. (Syf. 42) Le Monde Diplomatique isimli aylık çıkan Fransız dergisi yıllarca önce yazar Claude Julien (1925-2005) imzasıyla ‘’Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar’’ adlı bir makale yayınlamıştı. Makalenin adı gibi bütün bölge milletleri; feodal yapıları, gelenekleri, orijininden sapmış dini inanışları, kadına bakış açıları, otoriter eğilimleri, güce olan sevgi ve biat anlayışları, uzlaşma ve işbirliği yeteneğinin olmayışı gibi özellikleriyle kendi kültürleriyle hasta olan toplumlardır. Bu kültür onları hem hasta etmekte hem de komşu toplumlarla çatışmalarına yol açmaktadır. (Syf. 42) Bir söz vardır; ‘‘Yakınmanın bitmediği yerde hayat bir zebani topuzu, yakınmanın bittiği yerde ise hayat bir gül bahçesidir.’’ Ne yazık ki ‘’yakınmak’’ Babil’in asma bahçelerine özgü bir alışkanlıktır. Babil’in asma bahçelerinin hâkim kültürü yakınmaktır, hüzündür, feryattır, figandır. Bu bahçelerde insanlara müzik diye genellikle hüzün şırınga edilir. Bu bahçelerde insanların sevinçlerini alenen dışa vurmaları ayıptır ama kederleri ve yasları, feryatları ve figanları aşikârdır. Babil’in asma bahçelerinde bilgi, eğitim, demokrasi, özgürlük, hak, hukuk ve adalet gibi toplum bilincine yerleşmiş açık kavramlar ile yerleşik kurumlar, kurallar, kaideler ve teamüller yeterince gelişmemiştir. Bu bahçelerde ‘’kin’’ ve ‘’nefret’’ sıkça rastlanılan iki kavramdır. Bu bahçelerde tartışma ve sorgulama kültürü oluşmamıştır, bunun yerine ezber, itaat ve biat kültürü hâkimdir. Bu bahçelerde politika; ilkelerin ve ülkülerin değil, çoğunlukla çıkarların ve güçlerin mücadele aracıdır. (Syf. 42) Bu bahçeler kargaşa içindedir; bu bahçelerde trafik kargaşası, inşaat kargaşası, insan kargaşası vardır. Bu bahçelerde zekâ yerine şark kurnazlığı, dürüstlük ve liyakat yerine sadakat, görev yerine itaat, hak yerine güç vardır. Bu bahçelerde bilim, sanat, edebiyat, felsefe ve estetik rakipleriyle rekabet edebilecek seviyeye ulaşmamıştır. Bu bahçelerde; eğitim, disiplin ve ahlak adına insanların yaşama sevinci budanır, ciddiyet adına suratları asılır, kadınları; gelenek adına aşağılanır, cinsel obje olarak görülür, baskı altına alınır, katledilir. Bu bahçelerde “Devlet Organizasyonu” halk için değil, halk “Devlet Organizasyonu” için vardır. Bütün bunlar yeni değildir. Mevlânâ Celaleddin Rumi ‘’Bu Ayrılık’’ isimli şiirinde tanımlardı bu bahçeleri: ‘‘Bu kupkuru yerde yakınmadan gayri ne gördük, / bu kupkuru yerde ne gördük zulümden gayri.’’ Sanki Dante’nin şiiri de Babil’in asma bahçelerinin insanlarını anlatır gibidir: “Sizler ki hüzün var / yüzünüzde yere eğik / gözleriniz acınızı gösteren, / nereden gelirsiniz, / renginiz acının rengine dönmüş böyle..!” Muhtemeldir ki Buhtunnasır’ın rüyası gerçek olmuştur. Bu bahçelerde ulviyet iddiasındaki liderlerinde sonu hep Buhtunnasır gibi olmuştur. (Saddam, Kaddafi vb.) (Syf. 42) Babil’in asma bahçelerinin kültürünü ve insan yapısını ve insanının özelliğini arda arda vereceğim şu üç yazısı ile Lübnanlı yazar, şair ve ressam Halil Cibran daha iyi anlatmaktadır: “Ne yazık o ulusa ki bir urba giyer, kendi dokumaz, bir ekmek yer, kendi hasat etmez ve bir şarap içer ki kendi testisinden akmaz. Ne yazık o ulusa ki zorbayı kahraman diye alkışlar ve gösterişi fatih cömertliği sayar. Bir ulusa ne yazık ki rüyasında küçümsediği tutkuya uyanıkken boyun eğer.Ne yazık o ulusa ki bir cenaze töreninde yürürken sesini yükseltmez, yıkıntıları içindeyken bile öğünür ve ensesi kılıçla kütük arasında uzanırken ayaklanmaktan geri duracaktır. Devlet adamı bir tilki, düşünürü bir hokkabaz ve sanatı yamama ve taklit olan o ulusa ne yazıktır. Ne yazık o ulusa ki yeni yöneticilerini borazanlarla karşılar ve yalnızca bir diğerini yine borazanla karşılamak için yuhalarla uğurlar. Ne yazık o ulusa ki bilgileriyle yıllardır dilsiz ve güçlüleri beşiktedir henüz. Ne yazık o ulusa ki parçalara bölünmüş, her parçası kendini bir ulus sanır. “(Syf. 42) … ‘’Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin sen, hazdan olmayacak mahvın. Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın. Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıtını. Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlarına. Tanrı’ya yakarır ama firavunlara taparsın. Musa Kızıldeniz’i açsa önünde sen o denizden geçmezsin. Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin. Korkarsın kendinden olmayan herkesten. Ve sen kendinden bile korkarsın. Hazreti İbrahim olsan sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın. Hazreti İsa’yı gözünün önünde çarmıha gerseler sen başka şeylere ağlarsın. Gündüzleri Maria Magdelena’yı fahişe diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çalışırsın.Ey kavmim, sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin, hazdan olmayacak mahvın. Ama sen kendi acına da yabancısın. Kadınların siyah giyer kederle solar tenleri ama onları görmezsin. Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın. Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin. Ve nefret edersin dilencilerden. Utancı bilir ama utanmazsın. Tanrı’ya inanır ama firavunlara taparsın. Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen...Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin... Ey kavmim, tek tek öldürülürken insanların, sen korkudan öleceksin.’’ (Syf. 42) … Halil Cibran’ın ‘’Ermiş’’ isimli kitabından bir bölüm: ‘’Siz kurallar koymayı çok seversiniz, ama kuralları bozmayı daha çok seversiniz. Tıpkı okyanus kıyısında sabırla kumdan kuleler yapan, sonra da kahkahalarla onları deviren çocuklar gibi.’’Belki de bu kat bir sonuç değil bütün çatışmaların anası ve sebebidir.Katlardan arta kalanlar. (Syf. 42) Erol Toy’un çok güzel bir kitabı vardı iki ciltlik: Toprak acıkınca. (Toprak Acıkınca, Erol Toy, Yaz Yayınları, 1998) Kurtuluş savaşını anlatırdı. Bu kitapta bir konuşma geçer torun ile nine arasında:- ‘’Nine ölüm nedir?’’ - ‘’Ölüm neye benzer biliyor musun Hasan?’’ (Syf. 42) - ‘’Neye nine?’’ - ‘’Toprak acıkır Hasan. Toprak da insanlar gibidir. Belirli bir süre içinde acıkır. O zaman sürmek gerekir onu. Ekmek gerekir. Doyduysa ne âlâ. Doymadıysa daha ister toprak. Terini alır insanoğlunun. Yetmez. Tohumunu, emeğini alır. Oda yetmez Hasan’ım. Gayrı alacak bir şeyi kalmamıştır. Canını alır. Bir can yetmezse, pek çok can alır. Doyar toprak. Bir süre doyar aldığıyla. Sonra yine acıkır.’’ Susar nine. Bir süre düşünür sonra yeniden devam eder…(Syf. 43) - ‘’İşte ölüm, insanoğlunun bir lokma gibi, bir tohum gibi toprağa düşmesine benzer.’’Babil’in asma bahçelerinde ölüm hep ninenin söylediği gibi insanoğlunun bir lokma gibi, bir tohum gibi toprağa düşmesine benzemektedir ve bu bahçelerde bu topraklar yukarıda anlatılan nedenlerle hep açtır ve hiç doymamaktadır. (Syf. 43) Bu katlardan ikinci kattaki (din) unsurların (Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet) bu hâlde olmasının her birisinin kendine özgü nedenleri vardır. İslam dünyasının ise bu hâle gelmesinin bir nedeni de İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi eski Yunan felsefesinde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan İmam-ı Gazalî’nin (Hüccet’ül İslam -İslam’ın kanıtı) (1058-1111) egemen olmasıdır. Gazali 11 ve 12. yüzyıl İslam coğrafyasının çok etkin bir din bilginidir. Saygı duyulan birisidir. İmam-ı Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ (Filozofların Tutarsızlığı) (El-Gazzâlî, Filozofların Tutarsızlığı-Türkçe-Arapça, Çevirenler: Mahmut Kaya - Hüseyin Sarıoğlu, Klâsik Yayınları, 2014) adlı eserinde, Farabi ve İbn-i Sina gibi İslam bilginlerini eleştirerek (ve de kâfirlikle suçlayarak) “akıl, inanca ters düşemez” diye devletin varlığı ve güvenliği için akılcı gidişi önlemeye çalışmıştır. Ayrıca İmam-ı Gazalî ‘’artık İslam tekâmüle erdi’’ diyerek İslam’da içtihat kapısını (yorum, yeni kural koyma) da kapatmıştır. İmam-ı Gazali, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştır. (Syf. 43) Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ isimli eserinde, İbn-i Sina’nın, sadece İslam düşüncesinin değil, tüm insanlık tarihinin en değerli eserlerinden olan ‘’Kitab’uş Şifa’’sında (İbn Sînâ, Şifa Kitabı, Tıp Kanunu, Felsefe Meseleleri, Müzik / Fikir Mimarları Dizisi, Editör: Hüseyin Gazi Topdemir, Say Yayınları, 2013) geçen düşünceleri de eleştirir. Gazalî kitabının başında Maksadü’l Felâsife adı ile İbn-i Sina’nın felsefe doktrinini özetler. ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’, İbn-i Sina’nın fikirlerini reddetmeye çalışan yirmi bölümden oluşur. Onyedi bölümde İbn-i Sina ve takipçilerinin yanıldığı noktaları göstererek onları küfür ile itham eder. Diğer üç bölümde ise fikirlerinin tamamen İslam dışı olduğunu söyler. Filozoflara karşı öne sürdüğü suçlamaların arasında Allah’ın varlığını ve Allah’tan başka tanrı olmadığını kanıtlayamamalarıdır. (Syf. 43) İmam-ı Gazalî’den yaklaşık yüz yıl sonra, Endülüslü Halife İbn-i Rüşd (1126-1198) ise ‘’Tehâfüt et – Tehâfüt’’ (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) (Kurtubalı İbn Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı, Çeviren: Muharrem Hilmi Özev, Bordo Siyah Yayınları, Dünya Klasikleri-Felsefe, 2012) denemesinde, akıl-inanç çelişkisinin kaçınılmazlığını, hatta gerekliliğini iddia eder. İbn-i Rüşd, bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunur. ‘’Çünkü’’ der İbn-i Rüşd; “İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir ve bu nedenle akla uygun olan nakle (kutsal söz, vahiy) aykırı olamaz.’’ (Syf. 43) Gerçekte de İslamiyet, akıl dinidir, bilimi kutsar, bilim, Çin’de de olsa onu oradan gidip almayı önerir. “İlim Çin’de dâhi olsa gidip alınız.”, “Âlimin mürekkebi şehidin kanından daha üstündür.”, “İlim öğrenmek beşikten mezara kadar farzdır.”, “Bir saatlik tefekkür – düşünüş - 60 yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır.” gibi İslam’ın bilim ile çatışmadığını, evrensel bir din olduğunu, akla ve doğaya en uygun din olduğunu açıklayan Hz. Muhammed (SAV)’in hadisleri vardır. Ayrıca Kur’anı Kerim Ra’d (Syf. 43)Suresi 19. ayette ‘’innema yetezekkeru ulül ‘elbab’’ ifadesi geçmektedir ki Türkçe meali şu şekildedir; ‘’Yalnızca derin düşünebilen akıl sahipleri bunu idrak edebilirler’’. Bir kısım yorumcular bu ayette geçen ‘’ulül ‘elbab’’ kavramını ‘’akıl ile vahiy veya nakil çatışınca akl-ı selim karar vermelidir’’ şeklinde yorumlamışlardır. (Dr. Harun Çağlayan, Bilgi Kaynağı Olarak Akıl- Reason As A Source Of Knowledge, Kelam Araştırmaları, 2011, s. 246, Muhammed Abduh, Tevhid Risalesi, Çev. Prof. Dr. Sabri Hizmetli, Ankara, 1986) Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk’ün belirttiği gibi; “Bizim dinimiz en makul ve en tabii dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olabilmesi için akla, fenne, ilme, mantığa uygun düşmesi gereklidir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygun düşer.” (Ord. Prof. Enver Ziya Karal, -1923-01- Fatih ÖZDEMİR Atatürk’ten Düşünceler, ODTÜ Yayıncılık, Ankara 1990, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II) sözü ışığı altında İslam dinin akla ve bilimsel faaliyetlere önem verdiğini görmekteyiz. Kaldı ki bizzat İmam-ı Gazalî kendisi söylemiştir; “astronomi bilmeyen marifetullahta noksan kalır”. Marifetullah; ‘’Allah’ı tanımak’’ demektir. Acaba bilimsiz, ilimsiz astronomi nasıl gerçekleşecektir ki? Görüldüğü gibi hem İslamiyet hem de bizzat Gazalî bilimi kutsarken ne yazık ki Gazalî’nin yanlış anlaşıldığı ve tüm bu uygulamaların bu yanlış anlamadan kaynaklandığı veya güç sahiplerinin işlerine öyle geldiği gibi anladığı değerlendirilmektedir. Muhtemeldir ki Gazalî; akıl ile imanın uyum içinde birbirini tamamlayacağını iddia etmiştir. (Syf. 44) Aralarında yüzyıl gibi bir zaman aralığı da olsa İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd’ün bu kitapları yazılı tarihin en önemli ve en büyük tartışmalarından birisi olduğu kıymetlendirilmektedir. İbn-i Rüşd bu tartışmayı siyasal planda kaybetmiştir. Çünkü İslam dünyasının sultanları, halifeleri ve güç sahipleri–yanlış anlaşılan veya işlerine öyle gelen, bilim yerine inancı savunduğunu iddia ettikleri- Gazalî’yi desteklemişler, İbn-i Rüşd’ü ise ihmal etmişlerdir. Ancak İslam dünyasında Gazalî’nin görüşünün (veya bu yanlış anlamanın) egemen olmasının tüm İslam dünyası için büyük bir talihsizlik olduğu değerlendirilmektedir. Gazalî’nin görüşü Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Osmanlı medresesine de egemen olmuştur. Osmanlıcada Ehl-i İman ve Ehl-i İlim ve Ehl-i Hikmet (felsefe) kavramları olmasına rağmen Osmanlıda özgür düşünce ve felsefeden uzak durulmuş, din eğitimine ağırlık verilerek bilim ihmal edilmiş ve bu da Osmanlının sonunu hazırlayan nedenlerin başında gelmiştir. (Syf. 44) Antik Çağ Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo’dan Platon’a kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşen İbn-i Rüşd’ün kitapları Arapçadan Latinceye çevrilmiş ve Batı, unuttuğu Antik Çağın bilim insanlarını ve felsefecilerini yeniden İbn-i Rüşd’ün eserlerinden öğrenerek Rönesans’ı başlatmıştır. Böylece Batı İbn-i Rüşd’ün yolundan giderken, Doğu ise Gazalî’nin yolundan gitmiştir. Varılan sonuç ortadadır. Ancak İbn-i Rüşd, tüm İslam dünyasında ve tüm zamanlarda sadece bir yerde kazanmıştır; bu da Türkiye’dir. Bu topraklarda gerçekleşen 1923 Cumhuriyet devrimlerinin tarihsel ve felsefi anlamı budur. Günümüzde de İran, Mısır, Afganistan, Pakistan, Irak ve Suriye’de yaşanan olaylar ile İŞİD (İD), El Şebap ve Boko Haram vakaları yeni değildir. İşte ne olmuşsa o zaman (MS 1100) olmuştur. Bugün olanlar Gazalî görüşünün (veya yanlış anlaşılışının) günümüze olan izdüşümleridir. Aşağıda sunulan tespitler İslam dünyasındaki bu talihsizliğin, bu yanlış anlamanın ve bu izdüşümün somut sonuçları olduğu değerlendirilmektedir. 2000’li yılların başında Mısır El Ezher Üniversitesinin bir araştırması yayınlandı. Bu araştırmaya göre son bir yılda yabancı dillerden İspanyolcaya çevrilen kitap sayısı, son 1000 (bin) yılda yabancı dillerden Arapçaya çevrilen kitap sayısından daha fazladır. (Syf. 44) Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Temmuz 2014 tarihinde İstanbul’da düzenlenen 32 ülkeden 100’ü aşkın İslam bilim adamının katıldığı ‘’Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi Toplantısı’’nın değerlendirme oturumunda konuşan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez bazı araştırma sonuçlarını da paylaşarak şunları ifade etti: “Yapılan bazı araştırmalara göre son yıllarda günde ortalama bin Müslüman katlediliyor. Bunun yüzde 90’ı Müslüman tarafından, kardeşi tarafından katlediliyor. Sadece Suriye’de, Irak’ta değil. Libya’da, Pakistan’da, Afrika’da, Myanmar’da... Buralarda ortaya çıkan hareketler var. Şebap’lar, İŞİD’ler, Boko Haram’lar var. Bütün bunlar nasıl türedi. Müslüman kamuoyunda nasıl ortaya çıktı. Üzerinde durmamız gereken en önemli husus bütün bu yapılar nasıl ortaya çıktı. Yanlış yapılar nasıl oluştu. Asıl gaye ise temelinde mezhepçilik ya da fitne ateşini nasıl söndürebiliriz.” Görüldüğü gibi bu coğrafyadaki bir kısım insanlar Müslüman olmuşlar, lakin İslam olamamışlardır. (İslam sözcüğü Arapça “se-le-me” kökünden türemiştir ve anlamı “barış”tır.) (Syf. 44) O günden (1100-1200) bugüne İbn-i Rüşd, Farabi, (Syf. 44) İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Şirazlı Şadi, Hafız-ı Şirazî, Ahmet Yesevi, El Kindî, Mevlânâ, Yunus Emre, Şems-i Tebrizi, Muhyiddin İbn-i Arabî, Sadrettin Konevî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-î Bağdadî, Bayezid-î Bistamî, İmam-ı Rabbanî (16. yy.), İmam-ı Azâm Ebu Hanife, İmam-ı Buharî ve İmam-ı Gazalî gibi İslam tefekkürlerini, düşünürlerini bu coğrafya bir daha çıkaramamıştır. Bu coğrafyada böylesine İslam düşünürleri bir daha çıkmadığı gibi, İslam dünyasını 20. ve 21. yüzyılda Batı kültürü ile rekabet edebilecek bir güce eriştirecek düşün dünyasının temsilcileri de olmamıştır. Batı dünyasını aydınlığa taşıyan ve 20. yüzyıla hazırlayan sanat ve bilim dünyasının yanında düşün dünyasının Thomas Hobbes, Baruch Spinoza, Immanuel Kant, Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Montesquieu, Auguste Comte, Alexis de Tocqueville, Emile Durkheim, Jean-Jacques Rousseau, Max Weber, Raymond Aron, Maurice Duverger gibi temsilcileri de İslam dünyasında olmamıştır. Günümüzde de tüm dünyaya ve hatta sadece İslam dünyasına da olsa hitap edecek bir İslam entelektüeli de yoktur. Çünkü sadece düşüncenin evrimi olur, inancın evrimi olmazdı. (Syf. 45) Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour’un (1924 - 16 Ağustos 2014) 1998 yılında yayınlanan güzel bir kitabı vardı; ‘’Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen Kaukasus und Pamir’’ (Geleceğin Muharebe Sahası: Kafkasya ve Pamir Arası) (Goldmann Verlag, April 1998) (Ne yazık ki bu kitap ne Türkçeye çevrildi ne de Türkiye’de ilgi gördü.) Kitapta özetle diyordu ki yazar; İran ve Afganistan’da dini referans alan bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve bölge ülkeleri tamamen, İran ve Taliban cinsi bu dinci akımın etkisine girecektir. 1970’lı yıllardan bu güne, gerçek dinle, gerçek İslam’la, gerçek Müslümanlıkla hiç ilgisi olmayan ve dini, İslam’ı ve Müslümanlığı siyasi amaçlarla kullanmak isteyen ‘’Yeşil Kuşak’’ ve ‘’Ilımlı İslam’’ gibi projeler uygulamaya konulmuş ve bu projeler sonunda da bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmamış, Mısır dâhil tüm Kuzey Afrika’yı, Irak ve Suriye’yi ve tüm Orta Doğu’yu kaplamıştır. İşte Irak ve Suriye’de ortaya çıkan bu çatışmaların bu projelerin bir sonucu olduğu değerlendirilmektedir. (Syf. 45) Bugün için Afganistan’dan, Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya kadar Babil’in asma bahçelerinde siyasi iktidarlar parçalanarak devlet kapasitesi çökertilmiş, paylaşılan ortak ulusal değer, ortak inanç ve ortak hikâyeler kaybolmuş, bu şekilde bölgede bir siyasal boşluk oluşmuş ve bu boşlukta El Kaide, El Nusra gibi radikal dinci çeteler, IŞİD (İD) gibi terör grupları, aşiretlerden de güç alarak bir din devleti inşa etmeye başlamışlardır. Bu nedenle bazı düşünürler Avrupa’nın 5’inci Yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi Babil’in asma bahçelerinin de bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia etmektedirler. (Syf. 45) İslam dünyasındaki bu Batı karşısındaki gerileyişinin, mevcut siyasal kavgaların, sosyolojik ve ideolojik ayrışmaların temelinde İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd arasındaki bu bin yıllık tezadın yatmakta olduğu ve yukarıda da anlatıldığı gibi bütün bunların İmam-ı Gazalî’nin düşüncesinin veya yanlış anlaşılmasının egemen olmasının İslam dünyasını getirdiği yer, bir sonuç olduğu düşünülmektedir. Avrupa’da Rönesans’a öncülük etmiş, bilimin, medeniyetin ve insanlığın beşiği bu bahçeler o günden (1100) bugüne bilimi unutmuş, metafiziğin dipsiz kuyularında kaybolmuş ve mezhep ve etnik kavgalar nedeniyle bahçede asma katlar arasında insanları birbirini boğazlar hale gelmiştir. (Syf. 45) Sonuç Anlatıldığı gibi Orta Doğu’nun yapısı Babil’in asma bahçeleri gibi kat kattır. Ayrıca bu katların da birbiriyle iç içe geçtiği görülmektedir. Çatışma potansiyelinin çok yüksek olduğu bu bahçelerde, bu katlarda ve aralarında bilimden uzak, etnik kökene, dine ve mezhebe dayalı siyasetlerin sonunun huzursuzluk, çatışma, kan, gözyaşı ve acıkan topraklar olduğu görülmektedir. (Syf. 45) İngiliz aktör, yönetmen ve yazar Peter Ustinov’un bir tespiti vardır: ‘‘Terör; yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörüdür.’’ Emperyalist güçler bu bahçelerden elini çekmediği, İslam dünyası da emperyalizme alet olmadığı, İslam dünyasının metafiziğin dipsiz kuyularından ve mezhep kavgalarından kurtulup bilime ve akla yönelmediği, bölge halklarının etnik tuzaklardan uzaklaşmadığı ve sonuçta bölgeye gerçek anlamda bir barış ve huzur gelmediği sürece bu tespit doğrultusunda Babil’in asma bahçelerinde terör yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörü olmaya devam edecektir. (Syf. 45) Ayrıca bölgede hâkim olan ve bölge için politika belirleyen güçler İngiliz yazar ve sanat eleştirmeni John Berger’in şu sözünü hiç unutmamalıdırlar: ‘’Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun. Boğucu egemenlik teröre ilham kaynağı olur; mücadeleye anlam kazandırır.’’ (Syf. 45) Bölgede barışın ve huzurun tek adresi emperyalist güçlerden, etnik kökenden ve mezheplerden uzak, laik bir düzen içerisinde yaşam, bilimsel temele dayalı eğitim ve yönetim ve bölge ülkeleri arasında sağlanacak uyum, ahenk ve işbirliği ve yüce Atatürk’ün ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ ilkesidir. Bu olduğu takdirde Babil’in asma bahçeleri cennetin katlarına dönüşecektir

3 Haziran 2023 Cumartesi

SEREZ KADISI

Karakuşi kadıyı yazmıştım . Rahmetli Demirel’in gazetecilere anlattığı fıkraydı Bir de Serez kadısı var ki … dillere destan ( yunanca serres serrhae ) İstanbul Üsküdar'dan bir meraklı Hayret Efendi meşhur kadıyı görmeye gider Serez girişinde , bir kalabalık cenaze taşır . Ancak bir farkla ; İkide bir tabutun kapağı açılır , adam “ben yaşıyorum” diye bağırır , taşıyanlar ise “ kapat kapağı , ölmesen kadı öldü der miydi ? “ diyerek tekrar kapatırlar. Adam şaşırır ve devam eder , merkeze gelir , ezan okunmaktadır. Bir de ne görsün ? Alt kat meyhane ,üst kat cami. Meyhaneden çıkanlar , merdivenlerden düşe kalka , üst kata çıkıyor . Adam merak eder ve sarhoşlarla camiye girer , biraz sonra hoca çıkar . Başlar , “ Bismillahirrahmanirrahim “ derler , “ Allahü ekber “ derler . Adam sonundaki “derler” kelimesine bir anlam veremez , merakı daha da artar ve kadıyı görmeye gider Kapıda bekletirler ,bir türlü kadı çıkmaz , sabır tükenir ve adam içeri dalar . Kadı uygunsuz vaziyette , yakalanır . Adam sinirle anlatır , meşhur kadıyı görmeye geldiğini ancak , tuhaflıkların Serez’e girişte başladığını , götürülen cenazedeki adamın canlı olduğunu sorar . Kadı cevap verir ; Yıllar önce , öldü haberi geldi , mirası bölüşüldü , dul karısı evlendi , şimdi adam çıkıp gelmiş yaşıyorum diyor, ne yapalım ? Her şeyi geri mi alalım , gömülmesini uygun gördüm. Peki der kadı efendi , altta meyhane üstte cami , sarhoşlar namaza çıkıyor , bu nedir ? Buranın insanı ne dininden vaz geçer , ne de şaraptan . Önceden meyhane ile caminin arası uzaktı ,gidip gelmek zor oluyordu , şimdi alt-üst yaptım . Hem içiyorlar , hem ezan okununca , namaza çıkıyorlar . Peki der , kadı efendi , her şeyin sonunda , derler , derler diyen hoca ne ? Bu cemaate göre hoca bulamadık , sonra hahama rica ettik. Sen din adamısın , bu işi de yap dedik . Haham vekaleten yapıyor , dininden dönmediği için de , böyle aktarım yapıyor. -Pekâlâ kadı efendi! Hepsine peki desek bile, o sizin çıplak genç kızla manzaranız? O da tevil götürür mü artık? -Tevil mevil ne demek efendi! O gördüğün, düpedüz bir davanın hukukî bir çözümü idi… Diyecek söz bulamayan adam çekip gider . “ Sen , siyasal islam’ ın resmini çizebilir misin , Abidin ? “ deselerdi , herhalde Abidin Dino Serez’i çizerdi. Hem dininden , hem hırsızlıktan ,hem sahtekarlıktan vaz geçmeyen bir toplum , ancak bu kadar güzel izah edilebilirdi. Bir tarafta dindar görünüp ; Yalan söyleyen , hırsızlık yapan , hakkı hukuku çiğneyen, hilenin her türlüsünü yapan , kafasına bir bez bağlayıp , baldırını açan , 18 yaşında jeep’lere binen , helal/haram ayrımı yapmayan , haram kazançla israfın her türlüsünü yapan , liyakatı yok sayıp , imam-hatipli olmayı liyakat sayan , hukuku yargıyı kendi menfaatına siyasallaştıran , rektör seçimini iptal edip , sadakatle rektör atayan , faiz yemem diyerek, kul hakkını iştahla yiyen, siyasal islamcı zihniyet , tam da böyle izah edilebilirdi. “Dicle nehrinin kenarında ,bir koyunu kurt kapsa , hesabını benden sorarlar “ diyen Hz.Ömer’den alıntı yapıp , sonra da doktorların hastanede öldürülmesine , öğretmenlerin okulda dövülmesine , polislerin sokakta tokatlanmasına , recep ivediklerin ortalıkta cirit atmasına seyirci kalan zihniyet , böyle izah edilebilirdi. Bizim din’le de dindar’la da bir sorunumuz yok Dinimiz islam , biz de müslüman olmaya çalışıyoruz ,elimizden geldiği kadar . Müslüman olarak da ölmeyi arzu ediyoruz . Müslümanlığı , ibadetten ibaret görmüyorum , bir gözyaşını silemiyorsam , bir muhtaca elimi uzatamıyorsam , haksızlık karşısında susuyorsam , benim ibadetime kimsenin ihtiyacı yoktur. Dini menfaatine ve siyasete alet etmeyen mütedeyyinlere da saygımız var . Ancak söz konusu menfaatimiz olduğunda , karşımızdakini aldatmak için “ abdestimle duruyorum , şimdi namazdan geliyorum “ diyerek , dini veya dindarlığı öne çıkarmayız . Otobüste omuzu sürtündüğünde “ hakkını helal et “ diyerek sözde hakka hassasiyetini gösterip , ekmek kuyruğuna aradan girip önüne geçen , hakkını çiğneyen dindarlardan da değiliz. Bugün girdiğim bir yerde , bir tartışmanın olduğunu gördüm ve burnumu soktum , nedir ? dedim Promasyonu tartışıyoruz dediler . Neyini dedim ? Helal mi ? haram mı ? diye dediler Tartışmaya gerek yok , ben size söyleyeyim dedim ve anlattım Mevlana hazretleri etrafa bakarken , bir kedinin fareyi kovaladığını görür . Fare kediden kaçmaya çalışırken , inekten çıkan kocaman bir dışkının altında kalır . Kalır da, dik kuyruğu dışkının dışındadır ve onu gören kedi , fareyi yakalar Mevlana hazretleri , bu manzara karşısında , şu tesbitlerde bulunur 1) Üzerine , her pislik atan düşmanın değildir . 2) Seni, her pislikten çıkaran , dostun değildir. 3) Gırtlağına kadar boka gömülmüşken , kuyruğunu dik tutmanın ne anlamı var ?

ÖZELEŞTİRİ

Menderes ‘i sevmezdik , çünkü Amerikan uşağıydı . Bir tugay askeri, Koreye gönderip , ABD uğruna feda etmişti. Demirel’i sevmezdik , o bir masondu ki , başka söze gerek yoktu. Ecevit ‘i sevmezdik , o , tek kelime ile komünistti Erbakan’ı sevmezdik , o dinimizi istismar ediyordu Behice Boran , Mihri Belli , M.A. Aybar , Timisi ‘yi hiç sevmezdik , onlar marksistti Biz bu hükümlere , düşünerek ve sorgulayarak mı vardık ? yoksa ideolojimizin gereği olarak mı inandık ? Bizler ise muhafazakar , müslüman , biraz dindar , milliyetçi ve daha öte ülkücü ve türkçüydük. Şimdi önümüzde , kriterlerimize uyan iki örnek var Biri , her nefesinde devletin bekasını düşünecek kadar milliyetçi ! Diğeri , her işinde hazreti Ömer adaletini kıstas alan dindar ! Bizim kutsallarımızla , bu örnekler arasında bir çelişki vardı , bir türlü kabullenemiyorduk . Bu yaşta yapmadığımız özeleştiriyi ne zaman yapacağız ? Varsa ,hatalarımızı , yanlışlarımızı ne zaman itiraf edeceğiz ? Atatürk döneminde başlayan, Menderes döneminde devam eden Seka ve Sümerbank teşebbüsleri , o şartlarda gerçekten devrimdi . Bir kısmı tamamlanmış , bir kısmı da ihtilalden dolayı gecikip , 1962 -63 lerde devreye girmiş . Ülkenin kalkınması ve sanayileşmesi açısından , çok önemli teşebbüsler. Sonra, küçük güçte HES ‘ler ama o şartlarda kimsenin tasavvur dahi edemeyeceği şeyler . Basit bir örnek vereyim , Klavuzlu barajının suları altında kalan , 1955 yapımı 3 MW güvercinlik santralının , nasıl kurulduğu , akıl alacak gibi değil. 1950 de , savaştan yorgun , yenik ve esir çıkan almanlar ,1955 de Türkiyede yolu olmayan vadilere nasıl santral kuruyor ? Demirel dönemi çok daha muhteşem , Ereğli , Seydişehir, İskenderun ve çok devasa barajlar , petkim , tüpraş ,Aliağa rafinerisi . Gerçekten o yıllarda Türkiye büyük bir şantiye . Hem enerji üretimi ve hem sulama amaçlı büyük barajlar hayata geçiriliyor. O yıllarda yapılan yatırımları , bugün iktidarda olanlar , bırakın yapmayı , hayal bile edemezler . Ereğli olmasa , o gemiyi yapamazlardı ! Gemiyi , toggu ,duble yolları, şehir hastanelerini toplasanız , bir Ereğli yapmaz. Türkiye Kıbris’ta , TMT ler ile çok iyi organizasyonlar yaptığı , illegal altyapı oluşturduğu halde , adaya çıkamıyordu , çünkü çıkarma gemisi yoktu . Ereğli sayesinde , çıkarma gemisi yaptıktan sonra adaya çıkabildi. Sorum çok açık ve net . İkinci bir Ereğli yapılmış mıdır ? Ecevit’in kısa süreli ,iktidarları oldu . 73 ‘de 8 aylık ,Erbakan koalisyonu vardı . Amerikaya rağmen , haşhaş ekimini serbest bırakma vaadini yerine getirdi. Ekim törenlerine katılmaya giderken , yolda , Nikos Sampson’un adada darbe yaptığını öğrendi ve geri döndü , sonra da Kıbrıs çıkarması yapıldı . 99 'da , bahçeli ve mesut yılmaz gibi ortaklarla zaten başarılı olması mümkün olmayacak koalisyonu yaptı . İMF ‘den başka çare kalmamıştı , onu da yaparak , gelecek akp iktidarının , 10 yıl rahat olmasının önünü açtı . Ama o gün İMF ‘ye teslim olduğumuz şartlar , bugünden çok iyiydi. Özal ‘la beraber , 80 darbesinin amacına uygun olarak , ekonomik politika değişti. Özelleştirme ön plana çıktı . Tüketim körüklendi , Türkiye ithalat cenneti oldu . Demirel ‘in ikame politikasının yerine kazanmadan harcama politikası başladı . İnsanlar yorulmadan , köşeyi dönme hayalleri kurmaya başladı . Maymun fileleri , naylon fatura , hayali ihracat dönemi başladı . Özal dahil , ondan sonra gelen tüm iktidarlar , 80 ‘e kadar yapılanları yemişlerdir . O kadar büyük şeyler yapılmış ki ; hem bütçe deliklerini kapatıp , hem yandaşlarına peşkeş çektikleri halde , henüz yeni tükenmiştir. Üstelik bu mirasları yerken , hem dış , hem de iç borçları da artırmişlardır. Özal döneminin önemli eseri Atatürk barajıdır ama proje ve etüdü Demirel döneminde yapılmıştır. AEL A termik santralı Özal dönemi olsa bile tasarımı daha önceden hazırlanmış ve askeri dönemde başlamıştı. Otobanlar , o gün için ihtiyaçtan çok ilerideydi ama , bugün yetersiz kalıyor. Bunlara rağmen , muhafazakar kesimde Özal , kahraman gibi görülür . Çok büyük işler başardığı konuşulur. Çiller döneminde satılsa ,Türkiyenin borçlarını ödeyecek Telekom , milliyetçi ve dindarlar tarafından heba edildi , oger ‘e peşkeş çekildi ve kamu bankalarından , geri ödenmeyen krediler verildi ! --------------- Bir kritik soru daha var ! Tüm kurumlar özelleştirildi de , devlet bankaları neden özelleştirilmedi ? Cevap : Soygunlar nasıl yapılacaktı ? Özelleştirme de yanlıştı , özelleştirmemek de yanlıştı . KİT ler kalmalıydı , ancak , işçinin ; zararın azına , karın çoğuna ortak edileceği bir sisteme geçilmesi gerekirdi . Ancak sendikacı-siyasetçi çeteler bunu düşünemezdi ! Sendikacılar böyle devam etmesini , siyasetçiler de yandaşlara peşkeş çekilmesini istiyordu. Türkiye’de , bugün bile ihtiyacı karşılamayan kağıt sektörü varsa , seka sayesindedir Osmaniye-İskenderun civarında , metal sektörü oluşmuşsa , İskenderun sayesindedir. Kimya sektörü , petkim sayesinde gelişmiştir. Tekstilde üretim merkezi olmuşsa , Sümerbank ‘ın yetiştirdiği iş gücü sayesinde olmuşur. Çok uzatmadan sonuca gelelim Biz bu hükümlere , düşünerek ve sorgulayarak mı vardık ? yoksa ideolojimizin gereği olarak mı inandık ? “ Halk bir dağ gibidir , kendine gelen sesi yansıtır “ Yani böyle düşünmemiz mi isteniyordu ? Medya bizi böyle mi yönlendirmişti ? Şahsi kanaatim Etnik kökeni , dini ,siyasi görüşü ne olursa olsun ; 80 öncesi liderlerin , 80 sonrası liderlere göre ; Çok daha ilkeli Çok daha namuslu Çok daha dürüst Çok daha vatansever Çok daha milliyetçi Çok daha müslüman olduğu yönündedir.

4 Şubat 2023 Cumartesi

DEĞİŞİM

Geçen yazımızda , Rusyanın seçimlere müdahalesine örnek olarak John F Kennedy süikastını vermiştik . Lee Harvey Oswald (18 Ekim 1939 - 24 Kasım 1963) 35. ABD başkanı John F. Kennedy 'e suikast düzenleyen ,amerikalı marksist ve eski ABD donanması askeri Oswald, aktif deniz piyadesi görevinden ayrıldıktan sonra Ekim 1959’da Rusya'ya gitti. SSCB’de tanışıp evlendiği Rus eşi Marina ile birlikte Haziran 1962’de Dallas, Teksas, ABD’ye döndü. 22 Kasım 1963 günü Dallas’daki Dealey Plaza’da üstü-açık araba ile halkla buluşan John F. Kennedy’ye, Teksas Kitap Deposu’nun 6. katından keskin nişancı tüfeği ile suikast düzenledi. Suikastı tek başına işlediğini söyleyen Oswald gözaltına alındıktan iki gün sonra Dallas'ta Jack Ruby isimli kişi tarafından vurularak öldürüldü ve birçok yanıtlanmamış soruyu mezarına götürdü. CIA'in bir belgesine göre, JFK'in suikastçısı Oswald, Başkan'ı öldürmeden birkaç ay önce Meksika'nın başkenti Mexico City'de Sovyetler Birliği'nin istihbarat kurumu KGB'den bir ajanla görüştü. Daily Beast'in aktardığı belgede, "Mexico City'de dinlenen bir telefon görüşmesine göre, Lee Oswald, 23 Eylül tarihinde oradaki Sovyetler Birliği Büyükelçiliği'ni ziyaret etti ve Konsolos Valeri Vladimiroviç ile görüştü" ifadeleri yer alıyor. Şimdi , Özbekistanlı Türk olup , zorla rus askeri olarak cepheye gönderilen , yaralı olarak almanlara esir düşüp , ABD'nin Almanyayı işgalinde ,zekası ile dikkati çekip CİA 'ya alınan ,rahmetli Ruzi Nazar 'ın hatıralarından bir bölümü alalım 5 eylül 1949 gecesi , CİA tarafından yetiştirilen ukraynalılar, C47 nakliye uçağı ile , Ukraynanın Lviv bölgesine indirilir , ancak çok kısa sürede hepsi NKVD-GPU tarafından yakalanır. 1949 ekimde CİA, Maltada yetiştirdiği 9 arnavut ajanı bir gemiyle Arnavutluk sahillerine çıkarır . 3 tanesi karaya çıkar çıkmaz öldürülür, 6 tanesi yakalanıp kurşuna dizilir. O dönemde CİA merkezinde gizli operasyonlardan sorumlu olan ve teşkilatı sızma ve çift taraflı ajanlardan korumakla görevli olan James J. Angleton, bütün bu operasyonların bilgilerini ,ingiliz istihbarat teşkilatı MI-6 'in karşı casusluk bölümü ,operasyon şubesi başkanı Kim Philby ile paylaşıyordu.CİA 'nın yeni kurulduğu bu dönemde MI-6 merkezi ,Kim Philby 'yi CİA 'nın kuruluş aşamasında yardımcı olmak üzere Washington'a göndermişti. Kim Philby , daha sonra da MI-6 ile CİA arasındaki ilişkileri yüürüten kişiydi .Kim Philby Washington'da bulunduğu sürede ,Angleton'la aynı ofisi paylaşıyor ve demir perde gerisine gönderilecek ajanları ve operasyonları konuşuyorlardı Ukrayna, Arnavutluk , Doğu Avrupa ve sovyetler birliğine gönderilecek ajanlardan , CİA - MI-6 ilişkilerini yürüten Philby haberdar oluyor ve bütün bilgileri sovyetler 'e aktarıyordu. Zengin bir ingiliz aileye mensup olan Kim Philby cambridge üniversitesinde tarih ve siyasal bilgiler okumuştu. Gençliğinde ,Avusturya'da NKVD-GPU tarafından angaje edilen Philby inanmış bir komünist ve NKVD tarihi boyunca sovyetlere en değerli bilgileri veren batılı ajandı . 1940 yılında MI-6 'da işe başlayan Kim Philby ,1963 yılında Moskova'ya kaçana kadar ruslar için çalıştı. Bu operasyonların başarısızlık sebebi ancak o zaman , Philby Moskova'ya kaçtıktan sonra anlaşılacaktı. Demir perde gerisine gönderilecek ajanları önceden Ruslara haber vererek bütün bu operasyonların başarısızlıkla sonuçlanmasına sebep olan kişiydi. 28 eylül 1986 da SBKT polit büro toplantısında KGB başkanı Viktor Çebrikov ,partinin yeni genel sekreteri Mihail Gorbaçov 'a sovyet savunma sanayii hakkında 20 yıldır CİA'ya bilgi sızdıran Adolf Tolkaçev adlı bir rus bilim adamının yakalanarak idam edildiği müjdesini verdi. KGB , Tolkaçev'in evinde 2 milyon ruble ( o gün için 500 bin dolar ) bulmuştu. CİA içinde üst düzeyde bir köstebek vardı ama acaba kimdi ? Kurulan araştırma komisyonu bir sonuç elde edemedi. Gerçek ancak 1994 'de ortaya çıktı.Aldrich Ames 1962 de CİA 'ya girmişti.Yıllar içinde adım,adım ilerleyerek 1985 yılında CİA 'nın sovyetler birliği ve doğu avrupa ülkelerine yönelik karşı casusluk faaliyetlerini yürüten bölümünün başkanı oldu . Kimse Amesten şüphelenmemişti. Ancak kullandığı çok pahalı jaguar marka otomobil ve satın aldığı pahalı ev gözden kaçmadı .Ames 1995 yılında ,KGB içindeki CİA ajanlarını KGB 'ye kendisinin ihbar ettiğini itiraf etti ve ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Ames bir düzineden fazla CİA ajanının öldürülmesine neden olmuştu. Yargılanması sırasında KGB 'den 2.7 milyon dolar aldığını itiraf etti. -------------------- Bu yaşanmış örnekleri okuduktan sonra şunu düşünüyorum , en zor yerlere ajanlarını sızdıran KGB , dünyada nerelere sızmıştır ? Herhalde girmediği delik kalmamıştır. Peki Türkiye'de ? Türkiye ,Rusya için çok önemli ülke , zira hem , akdenize inen yolu üzerinde , hem de boğazların kontrolu Türkiyede . Bir zaman Yeşilköye kadar giren , doğu illerini işgal eden rusya'nın tarih boyunca defalarca savaştığı can düşmanı Türkiye . Sonra , Rusya halklarından , önemli bir bölümü de Türk. Böyle önemli bir ülkeye sızmamış olabilir mi ? İşgale ve savaşa gerek kalmadan ,Türkiyeyi kontrol edemez miydi ? Peki , rusyadaki türk cumhuriyetleri ile devletten çok ilgilenen , türkçülük ve milliyetçilik ilkeleri üzerine kurulan , esir türkler söylemleri, vaz geçilmez hedefi olan mhp'ye sızmayı da düşünmüş olabilir mi ? MİT müsteşarı rahmetli Fuat Doğu , Rusyanın iki yumuşak karnı olduğunu , bunların birinin ekonomi , diğerinin Türk azınlıklar olduğunu söylermiş . Türklerle biz ilgileniriz, ekonomisi ile batı ilgilensin dermiş Rusyanın , bu yumuşak karnını hedef alan bir mhp , rusya tarafından serbest bırakılır mıydı ? Burada ; Türkeş zamanındaki mhp 'nin esir türkler konusundaki hassasiyeti ile ,Türkeş sonrası dönemdeki, Türklere olan ilgisizliği kıyasladığımızda fark görebiliyor muyuz ? 15 temmuz sonrası , dış politikası rusya lehine dönen iktidarı ; Türkeş döneminde amerika çizgisinde bilinen mhp 'nin , kayıtsız-şartsız desteklemesi , nasıl izah edilebilir ? O gün , putin'in başdanışmanı Dugin'in Türkiye'ye gelip , bir hareketlilik olduğunu söyleyip , akşam üzeri ayrılması , hemen peşinden darbe denilen hareketin başlaması ve ertesi gün, halkın askerleri dövdüğü , linç ettiği , orduyu aşağılayan afişlerin asılması , kimine 28 şubatçı , kimine ergenekon vaya balyoz denerek tutuklanan generaller ,er rütbesine tenzil edilen komutanlar , askeri liselerin kapatılması ile ordunun itibarsızlaştırılması ve gücünü kaybetmesi kimin çıkarınadır ? Bizim kadar dipçik yememiş , Mamak nedir ? Maltepe nedir ? bilmeyen insanların bu ordu düşmanlığı nedendir ? Rusya'ya bu nimetleri sunan , orduya en acımasız darbeleri vuran üçlüden birini sorgularken , siyasal islamcı öteki hakkında da yazmak gerekirse ; Mehmet Eymür hayattadır, ve belgeler sitesindedir . Siyasal islamcıların serası yani üreme merkezi olan ilim yayma cemiyetlerinin bulgarlar tarafından finanse edildiğini, belgelerle ortaya koymuştu. Bulgarlar aktör değil, taşerondur, aktör rusyadır. M.Ali Ağca'ya da , papayı bulgarlar üzerinden vurdurmuşlardı . Aktör Rusya idi . Amaç ise Türkiyenin , batı ile arasını açmaktı . Aynı , kuran-ı kerimin yakılması gibi. Üçüncüsü Perinçek'in ne kadar türkçü ,ne kadar müslüman olduğunu yazmaya gerek var mı ? Sonuç ; Almanlar savaşı kazandıklarını sanıyordu , Berlin'de rus tanklarını görene kadar. m.sedat saygılı

30 Aralık 2022 Cuma

Şeref Oğuz 30.12.2022 Emeklilikte Yaşa Takılanlar için getirilen düzenleme, tam da yazdığım gibi, EYT 2.0 olarak gündemimize girmiş bulunuyor. 2 milyon 250 bin kişi EYT çözümü (!) için SGK kuyruklarına girdiği şu günlerde, 1 gün farkıyla bu imkânı kaçıranlar, daha şimdiden, bir sonraki seçim için örgütlenmeye başladılar. Eylül 1999’da işe başlayan bir kadın öğretmen, 20 yıl ile EYT hakkından yararlanırken, Ekim 1999’da işe başlayan kadın öğretmen, ilave 12 yıl daha çalışmak zorunda kalacak. EYT’de yaş şartı kalktı diye sevineduralım, yeni yaş mağdurlarını da bu düzenlemeyle üretmiş bulunuyoruz. KUYUYA TAŞI DEMİREL ATMIŞTI Bundan 30 yıl önce yine bir seçim arifesinde, Başbakan Süleyman Demirel, sandıktan çıkabilmek için 2 fahiş hata yapmıştı. Gerçi o dönem bunlara hata değil “müjde” demiştik. Birincisi prim borçlarını affetmiş, ikincisi de erken emekliliği çıkarmıştı. O günden sonra aktüeryal hesabımız asla düzelmedi. Erken emeklilik öylesi bir hal almıştı ki genelde 40 yaşında emekli olunabiliyor ve bazı özel hallerde 32 yaşında dahi bu hakkı elde edenlere rastlıyorduk. O dönemde kuyuya atılan taş, Sosyal Sigortalar Kurumu (Şimdiki SGK- Sosyal Güvenlik Kurumu) aktüeryal açıdan darmadağın olmuş, iflasa sürüklenmişti. İKİ SORU İKİ CEVAP Kaç çalışan bir emekliye bakmalı? Aktüeryal denge; 4 çalışanın 1 emekliye bakmasını makul ve sürdürülebilir bulur. Ancak bu durumda çalışanların ödedikleri primler, makul prim yatırma süresi ardından, emeklilik hakkını kazananlara, doğru dürüst ödeme imkanı sunabilir. Erken emeklilik ve EYT ile durum ne olacak? Aktif/Pasif oranı; kaç çalışanın 1 emekliye baktığını söyler bize. Şu anda SGK’da 195 çalışan 100 emekliye bakıyor. Bağ-Kur’luda bu durum; 130 aktif prim ödeyenin 100 emeklisine baktığı düzeye indi. EYT ile durum daha da vahim hale geliyor: Bundan böyle 165 çalışan 100 emekliye bakamayacak (!) NOT ERKEN EMEKLİLİK SSK’YI BATIRMIŞTI, EYT DE SGK’YI ZORA SOKACAK CHP Genel Başkanı’nın kökeni, Sosyal Sigortalar Kurumu’dur. Demirel’in çıkardığı erken emeklilik yüzünden SSK batmış, emeklisine verebildiği aylık, kuşa dönmüş, hastaneleri iflas etmiş, sağlık hizmeti verilemez olmuştu. İlginçtir ki SSK’sı batırılan Kılıçdaroğlu, bugün EYT’nin çıkarılması için hükümetten daha gayretli çalıştı. Bir bakıma “EYT’liye sözünü tut iktidar” söylemiyle son düzenlemeyi getirdi. İnsan merak ediyor; acaba Kılıçdaroğlu; “benim SSK’m battı, bunların da SGK’sı batsın” mı demek istemiştir? Enflasyon, sadece ekonomiyi mahvetmiyor, toplumun değerlerini çürütüyor, ahlakını kemiriyor ve külfet ödemeden nimete talip olmayı bir hak olarak algılatıyor. Yıllarca “mezarda emeklilik” sloganlarıyla erken emeklilik talebi vardı. Sanırım bu gidişle “doğumda emeklilik” talebiyle, çalışmadan, prim ödemeden, yaş almadan emeklilik talep edecek cürete kadar çürüyeceğiz.

26 Aralık 2022 Pazartesi

2023

Kimse mutlu bir yılın geleceğini düşünmesin. Zira gelecek yıl , cumhuriyet tarihinin en karanlık yılı olacak . Bu kehaneti hangi kritere göre yapıyorum ? Sebeplere dayanarak ,sonucu tahmin ederek 2023 de seçimlerin yapılması beklenirken , yapılmama ihtimali daha ağır basmakta , seçimin yapılmaması için de bir kaos ortamının, mazeret olarak gösterileceğini düşünüyorum ve 2023 'ün karanlık bir yıl olacağı sonucuna varıyorum . Seçimin en önemli sonucu, dış politika tarafı olacaktır . Seçimi muhalefet kazandığı takdirde , ülkenin dış politikası değişecektir ve Rusya tüm kazanımlarını kaybedecektir. Rusya tarihinde hiç olmamış biçimde , Türkiye'yi kontrol etmektedir. Akdeniz'e ulaşma hayali kısmen gerçekleşmiştir. Rusya , mevcut dış politikanın değişmemesi için , kazanımlarını kaybetmemek için , seçime fiili müdahalede bulunmak mecburiyetindedir. Örnek var mı ? J F Kennedy suikastı Şunu çok açık ve net söyleyebilirim , eğer ABD seçimlerini , Trump kazansaydı , Türkiye'de bir erken seçime gidilir , tek bir oy sayılmadan da , iktidarın kazandığı ve yoluna devam etmesi söylenirdi . Ama ABD seçimlerini , batıyı temsil eden demokratlar kazandı . Aynı şekilde , Trump kazanmış olsaydı , Rusya tek bir kurşun atmadan Ukrayna'yı baştan sona işgal ederdi . Kimse de karşı çıkmazdı. Ama durum farklı ,zamansız bir işgale başlayıp , aynı Afganistandaki gibi , bataklığa saplanan bir Rusya var , ABD 'de seçimi kazanmış Biden var ve Türkiye'de bir seçim var . Ne seçimi ? Rusya mı , Batı mı seçimi . Önümüze konulan din ,iman , terör ,türban hepsi birer paravan . Seçimin asıl sonucu dış politikada görülecektir. Ben , bu şartlarda bir seçimi Rusya'nın istemeyeceğini ve bunu engellemek için de bir kaos ortamı yaratacağını düşünüyorum. Her şeye rağmen yanılabilirim , nasıl ? Rusya ,Türkiye'ye petrol ve para akıtır , öyle akıtır ki , hem merkez bankasına hem insanların cebine karşılıksız krediler sokulur , geçici bir rahatlık sağlanır ve bu geçici refah içerisinde , bir seçime gidilebilir .Aksi takdirde , 2023 'ün çok karanlık geçeceğini tekrarlıyorum. Eğer seçim olursa , kim kazanırsa kazansın , bu güne kadar uygulanan , yanlış heterodoks ekonomik politikaların bedelini , çok ağır ödeyeceğiz . IMF 'nin bile uygulamadığı , çok acı reçetelere muhatap olacağız . Zaten bilimsel olarak da ,başka çaresi yok. Hastalığa uygulanan yanlış tedavi metodları , yaraları daha da derinleştirdi ve bu acı reçeteleri , kaçınılmaz yaptı . m.s.saygılı