HOŞ GELDİNİZ

Siyasetçi doğru olanı değil , uygun olanı söyler.

31 Aralık 2016 Cumartesi

2017

 2016 bitiyor ama 2016'ya ait olan 15 temmuz daha çok konuşulacak. 2016 yılını zehir eden 15 temmuz 2017 yılını da zehir edecektir .
   120.000  insanın işten atılmasına  30.000 insanın tutuklanmasına , ordunun dağıtılmasına ,ülkeyi kan durnayan ortadoğu ülkelerine tamamen benzeten , hukukun ve adaletin rafa kaldırıldığı , kenara atıldığı , 12 eylülde bile benzerlerini görmediğimiz kanun dışı uygulamaların olağan olduğu ülke durumuna getiren o uğursuz darbe, sözüm ona güya başarısız darbe işte bu yıl oldu.
  Acılarını, sancılarını yıllarca çekeceğimiz o darbe.
  Analiz ve yorumlarımı önceki yazılarımda daha açık yazmıştım,küresel sermayenin , renkli devrimlerinden birinin daha denemesiydi.
  Nufus olarak ülkenin %1 gibi çok az bir kesimini temsil eden cemaat veya FETÖ , ekonomik olarak  paranın en az % 20 ' sini temsil ediyordu. Bu kesim nasıl paraları toplayıp, yurtdışının yolunu bulurum veya nasıl parayı dışarı transfer ederim hesabı yaparken , bu servetin bir kısmına da devlet el koyup bloke ederken bunun piyasaya yansımasını anlamayanlar, ellerindeki dövizi  bozdurarak çözüm bulacaklarını sandılar.Doğal afetlere karşı koymaya çalışan zavallılar haline dönüştüler.
   2017 den tek ümidim TRUMP 'ın görevi alıp , biraz içimizi rahatlatması. Rusya ile ittifak ve ulus devletlere destek. Umarım buna Suriye ve Irak da dahil olur , devlet otoriteleri artar ve Türkiye rahat eder.
  Ülke ekonomisinde rahatlama olmayacak , petrol fiyatları artacak , döviz yükselecek , PPK önceden talimatlarla düşürdüğü faizleri yükseltecek ama çözüm olmayacaktır.
  Daha önceki yıllarda yaptığım EURO değer kaybedecek tahminim,geçerlidir , zaten 1.04 seviyesine gelen parite eşittir 1 olacaktır.
   Zorunlu BES uygulaması ,fonlar yoluyla ,hisselere etki edecek , zaten 01.01.2015 seviyesinin altındaki borsa , tek yıllarda kazandırır kuralı ile bu yıl ümit vaad etmektedir.
  Terör hızını artırarak daha acımasızca katliamlara devam edecektir.
  Türkiye girdiği Suriye bataklığında mücadeleye devam edecektir.
  İşinden olan FETÖ cü denen yüz binlerce insan sosyal sıkıntılara sebep olacaktır.
  Başkanlık , 40 mhp vekilinin koyun postuna girmesiyle gelecek gibi görünüyor.Herhangi bir sürpriz OHAL şartlarını daha da çekilmez hale getirecektir.
  Ben , gelen gideni aratacak endişesi ile 2017 yılına hoş geldin diyemiyorum.

3 Aralık 2016 Cumartesi

YANLIŞ POLİTİKALAR


  Türkiye, güneyini saran ve başına musallat olan terörün ve terör örgütlerinin müsebbibi, kendisidir. Türkiyenin güneyinde otoriter liderler yani Saddam ve Esed varken , rejimler Türkiye ile zıt olmasına rağmen ve orada baas iktidarları varken bile ,böyle bir tehditle karşı karşıya değildi.
   Türkiye  bölgemizdeki yanlış politikaları ile bindiği dalı keserek bu hale düşmüştür. Önce Özal zamanında körfez krizinde , dünyadaki ilk tepkiyi vererek yumurtalık petrol hattının vanasını kapatmıştır. Sonrasında Saddama  karşı politikalara destek vererek Saddamın yıkılmasına sebep olmuş ancak sonuçta , çok koymasına rağmen birşey kazanamamıştır. Neticede  herkes ülkesine dönmüş , bataklıkla Türkiye karşı karşıya kalmıştır. Küresel sermayenin başıboş bıraktığı bu geniş coğrafyada adı duyulmamış örgütler türediği gibi, adını bildiğiniz örgütler de ordulaştı. Şüphesiz bu boşluktan en çok faydalanan da PKK ve İran destekli örgütler idi.
   Aynı yanlış politika Suriyeye karşı uygulanmış , Esedi yıkıp , Halepte namaz kılma hayali ile kendini kandıranlar  muhaliflere destek vermiş ancak ne muhalifler ne de Türkiye birşey kazanamamıştır. Esed , Rusya'nın ,Fransa'nın ve ABD 'nin desteği ile ayakta kalmış , Türkiye'nin komşusunun yüzüne bakacak hali kalmamıştır.
   Bu yanlışlardan sonra ilk akla gelen soru , acaba  Türkiyenin dış politikasını başkaları mı belirliyor  da peşpeşe  yanlışlar  yapılıyor sorusudur. Evet hariciyemizde yıllardır kök salmış yabancılaşmış , yabancılaştırılmış , devşirmeler  siyasi iktidarları yanlış yönlendirmektedir.
Irakın küresel sermaye tarafından parçalanıp , otorite boşluğu yaratılmasının ardından , boşalan otoriteyi terör örgütleri doldurmuştur. Esed de yıkılsa oluşacak otorite boşluğunu yine terör örgütleri dolduracaktı. Böyle bir durumda , Türkiyenin de aynı duruma düşmesi kaçınılmazdı.
   Şimdi geriye dönüp sorsak , Saddam olmalı mıydı, olmamalı mıydı ? desek , Türkiye hangisini seçer. Elbetteki Saddam'ın olmasını ister.
   Peki Esed yıkıldıktan sonra tekrar sorsak, Esed olmalı mıydı ? olmamalı mıydı ?
   Irak 'ın durumuna düşmüş bir Suriye için, Türkiye açısından Esedi istemekten başka çare olamazdı.
   Şu sonucu çıkarabiliriz ki, en kötü otorite, otorite boşluğundan daha iyidir.
  O halde kibiri ve gururu bırakıp Esed'e sarılıp , kardeşim demekten başka çaremiz ne yazık ki kalmamıştır.
 
  m.sedat saygılı

13 Kasım 2016 Pazar

Trump ve yeni dönem

 Trump seçilinde ülkemizde bazı çevreler ,amerika'ya yazık oldu şeklinde feryad etmeye başladılar.Kendi hallerini unutup amerika'ya  acımaya başladılar.Trump halkın %50 oyunu alarak başkan seçilmişken, Amerikan halkını aptal, kendilerini akıllı görmeye başladılar.Oysa ülkemizde de benzer bir durum vardı ama hazmedebiliyorlardı .
   Bu feryadların arkasındaki sıkıntı neydi?
   Esas sorun küresel sermayenin yönlendirmesi ve Trump 'ı öcü göstermesiydi, bu  küresel sermaye hayranları da aklını kullanıp pozisyonu değerlendiremeyen ,söylentilerle yönetilen zavallılardı.
   Trump 'la yeni bir dönem başlayacak ve cumhuriyetçilerin geleneksel politikaları ,ulus devletlere destek vermek, yeni dönemin politikası olacaktı.
   Trump daha dün esed'e destek vereceğini söyledi.Suriyede esed'in gittiğini farz edelim ne olur ? Kaos.
Şimdi ne var ? yine kaos .
 Ama esed giderse çıkacak kaos bu günleri çok aratır. Duygusallığı bırakıp , akılla düşünürsek, bizim için de en iyi çözüm , sevmesek de esed'in kalması ve suriyenin toprak bütünlüğünün korunmasıdır.
  Devletler büyük düşünmek zorundadır.  Suriye, cetvelle sınır çizen İngilizlerin, bir demiryolu hattı ile Osmanlıdan ayırdığı vilayettir ve bizim suriye halkı ile de bir anlaşmazlığımız yoktur.Türkiye bu gerçeği söyleyip Esed ile kucaklaşıp, ateş kesi sağlamalıdır. Ondan sonra  seçimlerde muhaliflere haklar kazandırmanın yolunu akıllı politikalarla aramalıdır. Suriyenin Irak'a dönüşmesi en çok Türkiye'ye zarar verir.
  Amerikadaki seçim bir devrimdir. Gürcistan ve Ukrayna'da renkli devrimler yapan, ülkemizdeki 15 temmuz darbesini tertipleyen , Irak'ı paramparça eden , suriyede esed'e karşı terör örgütlerini destekleyen,esas amacı devletleri parçalamak olan küresel sermaye iktidarı kaybetmiştir.Buna karşı ulus devletlerin toprak bütünlüğünde gözü olmayan ama ülkeler üzerinde kontrol hakkını da katbetmek istemeyen cumhuriyetçiler iktidarı kazanmıştır.
  Cumhuriyetçi politikalar , ülkemizin arzularına ters değildir.Türkiyenin esas sorunu terör örgütleri değil, Irak ve Suriyede güçlü devletlerin olmamasıdır. Devlet otoritelerini terör örgütleri temsil ettiğinden ,Türkiye de  sabahtan akşama kadar fantomlarla terörist peşinde koşmaktadır.Ama durup durumu değerlendirememekte ve bir sonuca gidememektedir yani esas sorunu tesbit edememektedir.
   Keza Irak da Osmanlının bir vilayeti iken ,uğrunda çok kan dökülmüşken İngilizler tarafından bizden ayrılmıştır .Ama Iraktaki durum çok karmaşıktır. Türkiyenin burada da tezi Irak'ın toprak bütünlüğünün ve devlet otoritesinin sağlanması olmalıdır. Iraktaki güçlü bir devlet , İran'ın nüfuzunu da ,pkk 'nın desteğini de azaltacaktır.
   Bölgemizde devlet otoritelerinin sağlanması dileğiyle, Trup'a da başarılar dilerim.

m.sedat saygılı

22 Ekim 2016 Cumartesi

FEHMİ KORU'nun yazılarından ilginç bölümler



Cemaat istedi… Verildi…

“Ne istediler de vermedik?” sözünü kamuoyu önünde sarf etti Tayyip Erdoğan. O zaman başbakandı. Kızgınlık ânında söylenmiş bir not olarak kayıtlardadır.

Benzer bir cümleyi, ağır bir ameliyatın ardından dinlenmeye çekildiği Kısıklı’daki evinde, kendisine ‘Geçmiş Olsun’ ziyaretine gittiğimizde, 22 Şubat 2012 günü, bizlere de söylemişti.

‘Ben Böyle Gördüm’den (s. 25) okuyalım: “Biraz önce kapı önünde yakınları tarafından kulağımıza fısıldanan, ‘Aman, ne yapıp edin, sinirlendirmeyin’ tembihinin fazla işe yaramayacağı ortaya çıktı. Sinirliydi Tayyip Bey. ‘Biz bunlara ne kötülük yaptık’ dedi ve ekledi: ‘Tam 17 üniversiteleri var ve hepsinin açılış kararının altında imzam bulunuyor.”

 

Bir mektup taşıdım

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan’la görüştükten sonra çıktığım ve sonu sulh teklifi’ içeren bir mektupla biten Pensilvanya yolculuğumu biliyorsunuz. 17 Aralık (2013) tarihinde, bazı savcılar ve bazı hâkimlerin polislerle birlikte gerçekleştirdikleri, 4 bakanı hedef alan girişim sonrasında çıkmıştım o yolculuğa…

Tapeler ve video kayıtlarıyla ve bakanların çocuklarını gözaltına almayla başlamıştı o girişim…

Fethullah Gülen, Pensilvanya’da, bana, “Bizim bu tür işlerle hiçbir alâkamız yok Fehmi Bey” dedi.

Orada konuştuğumuz her şeyi yine orada sıcağı sıcağına not ettim, bizzat kaleme aldığı mektupla birlikte görüşmemiz sırasında işittiklerimi de, benden izlenim bekleyen her iki muhataba Türkiye’ye döndüğümde aktardım.

Eldeki kanıtlar o günlerde de Cemaat irtibatına işaret ediyordu, ama yüz yüze görüştüğüm Gülen, bana, “Bizim bunlarla bir alâkamız yok” diyordu…

Türkiye’ye dönüp izlenimlerimi Başbakan Erdoğan’a aktardığım gün (25 Aralık 2013), 15 Aralık’taki girişimi daha da genişleten ikinci operasyon başladı.

Pensilvanya’da bana söylenen “İlgimiz yok” sözü ile ve daha da önemlisi ‘sulh’ amaçlı mektupla çelişiyordu bu yeni operasyon…

Nitekim, Başbakan Erdoğan, izlenimimi aktardığım ve biraz sonra Cumhurbaşkanı Gül’ün yanına çıkıp bizzat okuyacağı mektubun içeriğiyle ilgili genel bilgiler sunduğumda, “İyi de, en yakınlarımın, ülkenin saygın işadamlarının gözaltına alınmasıyla sizin izlenimleriniz ters düşmüyor mu?” sorusunu bana yöneltecek ve ardından şunu da ekleyecekti: “Oğlumu da hedef aldılar…”


Nafile bekleyiş… Sağduyu yok olmuş…

Onlar bu tavrı benimsedikleri için, ‘FETÖ ile mücadele’ yürüten kadrolar da, bir sınıra kavuşturulması vakti çoktan gelmiş olan, gözaltı, tutuklama, görevden alma, el koyma, müsadere işlemlerini kesintisiz sürdürüyorlar.

Sadece ben değilim ya “Ne söylüyor, ne yazıyorlar?” merakında olan; mücadele yürüten kadrolar da, muhtemelen benim bilmediğim yayınlarından da haberdar ve onları da yakın takip altında tutarak, mücadelelerine daha büyük bir heyecanla devam ediyorlar.

Geçmişte yaptıklarının zararı yetmezmiş gibi, 15 Temmuz’un zararını da çoğu isimsiz Anadolu insanı çekiyor.

Akıl alır gibi değil.

Bir süre, içlerinde var olması gereken sağduyu sahiplerinin, “Arkadaşlar bu yaptığımız iş değil, bize güvenerek büyük fedakârlıklara katlanmış olan insanlar, hiç öngörmedikleri farklı bir kavganın içine şimdilerde çekilmiş durumda. Bizim yüzümüzden. O insanlara daha fazla zarar verdirmeyecek bir yol bulmalı, şu ana kadar sürdürdüğümüz yanlışlardan vazgeçmeliyiz” diye ortaya atılmalarını bekledim.

Nafile bir bekleyiş olduğu anlaşılıyor bekleyişimin…

 

 

Putin’in danışmanı darbeyi biliyormuş… 1 gün önce Ankara’yı uyarmış… Doğru olabilir mi?


Dugin Perinçek ve Vatan Partisi yetkilileri ile...

4 Ekim 2016


 

“Putin’in özel temsilcisi: 14 Temmuz’da uyardık başlığını görünce ilk tepkim “Olmaz böyle şey, bunda bir yanlışlık var” oldu.

Öyle ya, 15 Temmuz uğursuz darbe girişimine Türkiye habersiz yakalanmıştı. Ülkemizi yönetenlerin bazı askerlerin hareketlendiğinden ve darbeye kalkıştığından haberi her şey olup bittikten sonra olabildi.

MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, teşkilâta gelen ve Bu akşam yapılacak darbede benim sizi teslim almam gerekiyor”diyen bir ‘ihbarcı’ binbaşı tarafından uyarıldığı, onun da “Acaba aslı var mı, yoksa bu da daha önce yapılanlar gibi asılsız bir ihbar mı?” tereddüdüne düştüğü için, gerçeği öğrenmek amacıyla Genelkurmay’a gittiği biliniyor…

O binbaşı darbe girişiminden sonra tutuklandı diye biliyorum.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın da, hayli gecikmeli olarak, eniştesinin “Dostlarım söyledi, orduda hareketlilik varmış” uyarısıyla bilgi sahibi olduğunu bizzat kendisinin anlatımından öğrenmiştik…

Siyasi hayatımızın en önemli olayı ile ilgili bilgilerimiz bunlar…

“O geceye dair açıklanmaya muhtaç yönler var” diyenler çıkıyor, ama yukarıda özetlediğim ‘o gecenin gerçekleri’diye bilinenler pek sorgulanmıyor…

Gazeteye “Putin’in temsilcisi darbe girişiminden bir gün önce davetlimiz olarak Türkiye’deydi; darbeyi haber verdi ve ülkesine döndü” açıklaması yansıyınca, “Olmaz böyle şey” tepkisini vermem doğal.

Haber bugünkü Aydınlık'ta manşet...Haber bugünkü Aydınlık’ta manşet…

‘Şehir efsanesi’

Bugün baktım, Aydınlık ve Yeni Birlik gazeteleri dışında, konunun üzerine giden olmamış.

Hatta Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un, gazetecilerden gelen bir soru üzerine, “15 Temmuz’dan sonra çok sayıda şehir efsanesi üretildi; bu söylediğiniz de herhalde onlardan birisidir” cevabı bile yok gazetelerde.

Habere konu olan bilgiyi verenlere güvenilmediği için mi, yoksa güvensizliğin kaynağı ‘Putin’in özel temsilcisi’denilen Aleksandr Dugin mi?

‘Putin’in temsilcisi’ bildikleri Dugin’i darbe girişiminden bir gün önce devletin güvenlik bürokrasisi ile görüştürenler AK Partili bilinen kişiler…

Avrasya Yerel Yönetimler Birliği Başkanı Hasan Cengiz de öyle… Birlik üyesi Ahmet Tunç da… Tunç Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek’in danışmanı…

Cengiz, Dugin ve Gökçek... 15 Temmuz 2016 görüşmesiDugin ve Gökçek… 15 Temmuz 2016 görüşmesi

Zaten heyet Dugin’i Melih Gökçek’le de görüştürmüş…

Heyetin Dugin’le daha önce Moskova’da biraraya geldikleri, Türk-Rus ilişkilerini konuştukları, iki ülke arasında varolan gerilimi azaltmada o buluşmanın hayati rol oynadığı bilgisi de haberde yer alıyor.

Birlik olarak Dugin’i 14 Temmuz günü ülkemize çağırmışlar. O gün öğleden önce 15 milletvekili ile bir ofiste biraraya getirmişler… Öğleden sonra da onu ‘devletin istihbarat birimlerinin üst düzey yöneticileri ile’buluşturmuşlar…

Yani, darbe girişiminin başlamasından en az 36 saat önce…

Dugin’in Ankara ziyareti, yaptığı temaslar, görüşmeleri 15 Temmuz günü Aydınlık gazetesinde haber olmuştu.

Adamların gazeteye şimdi anlattıklarını da habere dönüşmüş halinden aynen nakledeyim:

“Sayın Dugin şunu diyordu: ‘Sizin ordunun içerisinde bir hareketlilik söz konusu’… Türkiye’nin artık bir karar verme aşamasına geldiğini, bir tercih yapmak zorunda olduğunu, bunun üzerine gidilmesi gerektiğini söyledi özel toplantıda. 14 Temmuz’da bunu söyledi, 15 Temmuz günü de sabah özel görüşmeler ve öğleden sonra bir konferans verdi; orada da Sayın Dugin benzer açıklamalar yaptı. Akşam saat 18.00 gibi de Sayın Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ile de bir buçuk saatlik bir görüşmemiz oldu ve Sayın Dugin, Moskova’ya dönmek için çıktı. Zaten köprü de sanırım 20:30’da kapatılmıştı. Yani Sayın Dugin uçağa bindiğinde darbe başlamıştı.”

“Şehir efsanesi” dedi ya Başbakan Yardımcısı anlatım için; bilinenlere taban tabana zıt olduğu için, en isabetli teşhis bu olsa gerek…

“Uçağı FETÖcüler düşürdü” demişler, mart ayında…

Dugin’i ülkemize getirenler, Rusya ile yakınlaşmada en önemli rolün sahibi olduklarını ispat için böyle yanlış bilgiler veriyor olabilirler…

Geçen yılın kasım ayında arayı bozan uçak düşürme olayının da ‘FETÖ’ye mensup pilotlar’ tarafından yapıldığını, Cengiz-Tunç ikilisi, daha mart ayında Rusya’ya bilgi olarak iletmişler…

Kendi anlatımları böyle.

“Cemaatçi pilot yaptı” iddiasını kalkışmadan aylar önce –mart ayında– Putin’in kulağına gidecek biçimde ifade imkânları ararken Dugin’le tanışmış olmalılar…

“Neler olmuş Allah aşkına” dedirtecek bir olay gerçekten…

Jason Mathews adlı CIA’de uzun yıllar çalışıp emekli olduktan sonra romanlar kaleme almaya başlamış birinin‘Red Sparrow’ (Kızıl Serçe) romanını bitirdim, ‘Palace of Treason’u (İhanet Sarayı) da yarıladım. CIA’nin Rus istihbarat servisi SVR’dan devşirdiği en önemli ajanla ilgili birbirini izleyen romanlar bunlar…

Davutoğlu’nun vakfı kitabını bastı

İlgim romanlarla Rusya’ya yönlendiği için babası KGB’de albaylığa kadar yükselmiş Aleksandr Dugin de“Acaba?” soruları eşliğinde değerlendirmeye aldığım biri…

Kendisine ülkemizde sevgiyle ‘bağlı’ kişiler ve gruplar var.

Meselâ, Doğu Perinçek ile Vatan Partisi

Kitaplarından birinin, ‘Moskova-Ankara Ekseni’ adlı olanın, aynı grubun yayınevi tarafından basılıp yayınlandığını biliyoruz.

 

BSV tarafından yayınlanan Dugin'in kitabı...BSV tarafından yayınlanan Dugin’in kitabı…

Onlardan önce bir başka kesimin ilgi odağı olmuş ve ‘Rus Jeopolitiği – Avrasyacı Yaklaşım’ adlı kitabı ‘Küre Yayınları’ tarafından çıkarılmıştı.

‘Küre Yayınları’ mütevelli heyeti başkanlığını uzun yıllar Prof. Ahmet Davutoğlu’nun üstlendiği ‘Bilim ve Sanat Vakfı’nın (BSV) yan kuruluşudur.

Kim sahi bu Dugin?

İnternet ansiklopedisi Wikipedia’dan aktarayım:

“Aleksandr Gelyevich Dugin (Rusçası: Алекса́ндр Ге́льевич Ду́гин; 7 Ocak 1962 doğumlu), görüşleri ‘faşist’ olarak nitelenen ve ‘dünyanın sonu’nun topyekün savaş ile gelmesini arzu eden bir siyaset bilimcidir. Kremlin ve Rus ordusu ile yakın irtibatı vardır. (..) Gürcistan ve Ukrayna gibi eski Sovyet cumhuriyetlerinin yeniden kontrol altına alınması, Ukrayna’nın doğusu ile Kırım gibi Rusça konuşulan toprakların birleştirilmesi yoluyla Rusya İmparatorluğu’nu ihya etmeye yoğunlaşmıştır.”

Ansiklopedi Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasını getiren projenin esas sahibinin Dugin olduğunu da kaydediyor.

Şu bilgi de aynı ansiklopedi maddesinden:

Vural Savaş... Doğu Perinçek... Ve Dugin...Vural Savaş… Doğu Perinçek… Ve Dugin…

“Dugin’in fikirleri, özellikle de ‘Avrasya bölgesinde Türk-Slav ittifakı’ hakkında olanı, Türkiye’deki bazı ulusalcı çevrelerde, özellikle de ‘Ergenekon’ üyesi olduklarına inanılıp yargılananlar arasında popülerlik kazanmış bulunuyor.”

Aydınlık, dün Hürriyet’in internet sitesinde kendine yer bulabilmiş “Putin’in özel temsilcisi: 14 Temmuz’da uyardık” haberini bugün aynen kullandı. Manşetinden…

 

19.10.2017

Önce eski bir anı.

1999 yılı olmalı. Başbakan Bülent Ecevit‘le ABD’nin başkenti Washington’dayız. Önemli gezinin en önemli bölümü Beyaz Saray ziyareti. Amerikalı meslektaşlar, ABD’de görevli Türk ve Türkiye’den gitme gazeteciler olarak, biraz sonra iki lideri yanyana görmemize izin verilmesini bekliyoruz.

- Reklam -

Canım sıkıldı bahçeye çıktım. O sırada bir düşünce üreten kuruluştan aldığı davetle zaten Washington’da bulunan Cengiz Çandar’ın iki Amerikalı’nın kolunda bahçede tur attığını fark ettim. Uzaktan “Gel” işareti alınca yanlarına yaklaştığımda, sağ taraftaki Amerikalı’nın kısa süre öncesine kadar Ankara’da görevli bir diplomat, diğerinin de Başkan Bill Clinton’ın Avrupa ve Ortadoğu danışmanı olduğunu gördüm.

Beyaz Saray ve bahçede bekleşen gazeteciler...Beyaz Saray ve bahçede bekleşen gazeteciler…

Daha Cengiz Çandar’ın takdimine fırsat vermeden, Ankara’dan Washington’a yeni gelmiş diplomat (Nick Kass), diğerine (Philip Gordon) beni ismimle tanıttı. İlk kez orada karşılaştığım danışman ne dese beğenirsiniz: “Tanımam mı? Her gün yazılarını Beyaz Saray’da hepimiz dikkatle okuyoruz.”

19 Eylül 2016 Pazartesi

ADALET ( Fehmi Korudan alıntıdır )



Peki bu örnekler ne?
”Nereden çıktı bu konu?” diye soracağınızı biliyorum, ama sormayın. Şu günlerde herkesin gözü yargıda. Nereye gitsem, kiminle karşılaşsam 15 Temmuz sonrasında başlayan tasfiyelerde yakınlarından birinin başına iş açılanlar, şikâyetlerini münasip bir dille aktardıktan sonra, bana, ”Yargıdan döner mi?” sorusunu yöneltiyorlar…
”Yargımıza güvenin” diyor ve kendi başımdan geçen DGM olayını anlatıyorum.
İnancıma göre, yargı mensupları, uygulamakla yükümlü oldukları yasalardan milim şaşmazlar. Keyfi hüküm vermez, başkalarının emir ve talimatlarını dinlemezler, vicdanları ne diyorsa ona uyarlar…
Son görüştüğüm ve benzer cevabı alan biri, cebinden bir gazete köşe yazısı kesiği çıkarıp bana uzattı. ”Al da bir bak” dercesine…
Ahmet Taşgetiren‘in Star gazetesinde geçen hafta yayımlanan bir yazısını…
‘İyi ki Cumhurbaşkanı konuştu’ başlıklı yazı 13 Eylül günü yayımlanmış…
”Yukarıdaki diğer örnekleri geçin, işaretlediğim şu son bölümü okumanız yeter” dedi muhatabım.
Okudum:
”Yargı mensubu karı-koca sorguya alınır, tutuklanmazlar. Tekrar alınınca ikisi de tutuklanır. Tutuklama kararını veren hakime hanım bayan meslektaşının boynuna sarılarak güvenlik kameraları karşısında hıçkıra hıçkıra ağlar, ‘Ne olur beni affet, bunu yapmaya mecburum; kurban sen misin, ben miyim, hakkını helâl et’ der. Gözü nasıl korkutulduysa 1,5 aydır 3 küçük çocuk annesi meslektaşını tahliye kararı verememektedir.”
Daha önce de okuduğum için bu satırların hemen öncesindeki iki kısa parağrafa da kaydı gözlerim:
”Hamile bir hakim sorguya alınır, ‘Su alabilir miyim?’ deyince ‘Köpüklü kahve de ister misin?’ cevabıyla karşılaşır. / Kırklı bir bebeğin annesine gözaltında iken emzirme izni vermezler.”
Ne diyeceğimi bilemedim.
İstiklâl Mahkemeleri
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı sonrası giriştiği ‘reformlar’ sırasında kurduğu İstiklâl Mahkemeleri bir zamanlar çok tartışılmıştı. Doğrudur, şapka giymediği için, ya da aşırı muhalif tavırları sebebiyle veya isyan ve askerden kaçma suçları yüzünden çok sayıda insan İstiklâl Mahkemeleri önüne çıkarılmış ve yargılanmıştır.
Pek çok insana idam cezası vermiş, infazı da derhal yerine getirtmiştir İstiklâl Mahkemeleri…
Eleştirilir haklı olarak…
Unutulan bir noktayı hatırlatayım: İstiklâl Mahkemeleri ülkenin yargı sistemi içerisinde kurulmuş olağan mahkemeler değildi. Sözgelimi ‘3 Aliler’ olarak ünlenen mahkemenin başkan ve üyeleri Ali Çetinkaya (Kel Ali), Ali Kılıç (Kılıç Ali), Ali Zırh (Küçük Ali) hukukçu değillerdi.
Atatürk, hukuka uygun işler yapmayacağını bildiği için, İstiklâl Mahkemeleri’ni olağan yargı sistemi dışında oluşturmuştu…
Herhalde vatandaşta adalet duygusu zedelenmesin diye…
Mustafa Kemal’in nesli ”Berlin’de hâkimler var” öyküsüyle büyümüştü çünkü…
Kral ve değirmenci
Birkaç ay önce yolum Berlin’e düştüğünde, Almanya’nın başkentine trenle yarım saat mesafedeki Potsdam’a gitmeyi kafaya koymuştum. SansSuicci Sarayı’nı görebilmek için…
Ünlü Kral I. Frederich’in yaptırdığı av köşküdür saray denilen yapı… Doğruluğu kuşkulu olsa da 200 yılı aşkın bir süredir dilden dile dolaşan bir efsaneye göre, inşaat sırasında, hem arazinin tam ortasında bulunduğu hem de gürültü yaptığı için, bir un değirmenini istimlak yoluyla sarayına katmak ister Kral…
”Alırsın, alamazsın” tartışması çıkar Kral ile tebaası değirmenci arasında…
Sonunda Kral, ”Neden anlamazmışım bakalım; ben Kral’ım, her dediğim kanundur” der…
Der der ama, cevap da dört dörtlük olarak değirmenciden gelir: ”Sen Kral olabilirsin, ama Berlin’de de hâkimler var…”
Cumhuriyet’in yeni kurulduğu dönemde oluşturulan İstiklâl Mahkemeleri’nde, tabii hâkim ilkesi ayaklar altına alınmak istenmediği için, görevin hukukçulara verilmediğini düşünürüm…
Aynı hassasiyet daha sonra da devam etti.
Yassıada Mahkemesi de özeldi
27 Mayıs (1960) darbesine karışanlar pek çok yanlış işler yaptılar. Bunların en başında da Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın asılmasıyla sonuçlanan Yassıada Mahkemeleri rezilliği gelir…
Darbeciler, yaptıklarının yanlışlığının farkındaydılar ve bu sebeple siyasi kadroyu normal olmayan bir mahkemede yargılattılar.
Sanıyorum aynı düşünceyle: Halkın adalet kurumuna saygısını yok etmemek için…
Altay Ömer Egesel’i, Salim Başol’u isimleriyle birlikte bugün hâlâ hatırlar pek çoğumuz, içinden hoş olmayan hisler geçirerek… Biri Yassıada yargıcı, diğeri de savcısıdır…
Yukarıda alıntıladığım örneklerin doğru olduğuna inanmakta bu sebeple zorlanıyorum. Daha aşağılarda birileri önyargılarıyla hareket eder, yanlış muameleler yapabilir; ancak iş yargı mensuplarının önüne geldiğinde…
Onların yukarıdan gelen talimatlara kulak verip yasalara aykırı kararlar verebileceklerini, hele vicdanları rahat olmadığı halde ”Ne yapayım, emir büyük yerden” mazereti arkasına saklanabileceklerini düşünemiyorum bile…
Osman Gazi ne demişti?
Eğer bu duruma geldiysek vay bizim halimize…
Adaletin terazisi bir defa şaşmayagörsün, o ülkede birlik ve dirlik kalmaz çünkü.
Kur’an-ı Kerim’de yüzlerce âyet vardır adalet kavramı üzerinde duran…
Hükümdarlara akıl veren ‘nasihatnâmeleri’ kaleme alanlar, ilk maddeye ‘âdil ol’ öğüdünü yerleştirir.
Osman Gazi’nin kendisinden sonra geleceklere şu tavsiyesi kendi adını taşıyan ilçenin girişindeki heykelinin gövdesine hâk edilmiştir: ”Âdil ol, devlet adalet üzere yürür; bütün halkını eşitlik üzere idare et.”

19 Ağustos 2016 Cuma

DARBENİN ANALİZİ 2

Darbenin başarısı  hakkında konuşmak için sonuçlara  bakalım , sonra başarılı mı ?  başarısız mı ? olduğuna karar verelim.
Darbe konuştukları gibi başarısız görülmüyor. Veya önceki yazımda bahsettiğim gibi başarısız olmasına karar verilen , başarısız görünen ama  başarılmış darbedir.
Darbe sonunda Türk ordusu  yok edilmiştir , sadece tabela ordusu haline gelmiştir . Komutanlar bakana , genel kurmay başkanı başka bir yere bağlanarak ordu itibarsızlaştırılmış , haysiyetsiz bir kurum haline getirilmiştir. Darbeye hangi sebeple ve hangi şartlar altında katıldığına bakılmaksızın yüzlerce subay tutuklanmıştır. Sürekli gösterilen  teslim olma yayınları ile , sanki savaştan kaçan onursuz bir asker imajı  yaratılmıştır.
Ordu silsile yolu ile çalışan , emre itaat eden ast -üst ilişkisi ile yürüyen bir kurumdur. Üst tarafından verilen bir  emre itaat etmemek suçtur. Kaldı ki  tatbikat gibi gösterilen meşru kılıfa uydurulmuş  emre  uymamak  kimsenin haddine değildir , kimse böyle bir itaatsizliğe cesaret edemez.
 Sadece  bankasya'ya para yatırdığı veya hesabı olduğu için insanlar açığa alınıp  işlerinden atılmıştır.Oysa bankasyayı  Erdoğan ,A. Gül, F.Gülen ve Tansu hanım birlikte açmıştır.



Sonuç olarak ;
 1)Ordunun milletin gönlündeki yeri çok aşağılara indirilmiştir. Ordunun ve askerin itibarı kalmamıştır. Okulları kapatılıp,ordu dağıtılmıştır.
2) İkinci sonuç , ülke iç savaşa biraz daha  yaklaşmıştır. Asker - polis - halk çatışması  olağan hale  getirilmiştir , sürekli yapılan yayınlarla da  asker küçük düşürülmüş , polisin ve halkın haklılığı vurgulanmıştır. Böylece  asker ve polis birbirine düşman edilmeye çalışılmıştır.
3) Türkiye batıdan ve hukuk devletinden uzaklaşıp , ortadoğu ülkesi haline gelmiştir.İnsanların mal varlıklarına el koyma , kayyum atama gibi hukuki olmayan uygulamalarla  güvensiz , kişi hak ve hürriyetlerinin gasp edildiği monarşi ile yönetilen tipik bir  ortadoğu veya afrika cumhuriyetine dönüşmüştür.
4) 200 kişilik eğitimli ve  üniforma giymiş kişinin  genelkurmay başkanı ve  kuvvet komutanlarını , özel kuvvetler komutanlığını teslim alabileceği ve trt dahil bir çok kurumu rahatça işgal edebileceği ,rehin alabileceği  ve devletin uyuduğu  ortaya çıkmıştır.
5) Yabancı yatırımcılar biraz daha uzaklaşmış, yerliler de toparlanıp gidebilecekleri yer aramaya başlamıştır.
6) Türkiyenin Rusya ile aniden barışması ve yakınlaşması .Hemen ardından Rusyanın İrandaki üsleri kullanarak ,daeşi bombalaması .Bu  hareket ABD politikalarına uygun ve Türkiye-Rusya  barışına ABD yorum yaparken , birlikte daeş'e operasyon düzenlemelerini temenni etmişti !

İşte önemli nokta burası , "darbeler ülkelerin dış politikasını değiştirmek için yapılır"  kuralına göre,eğer Türkiyenin dış politikası değişmişse , kuşkusuz darbe BAŞARILIDIR.

Bugün ordusunu , yarın  yurdunu  kaybettikten sonra  darbenin başarılı  olduğu anlaşılsa bile çok geç olacaktır ve  bu aldanma  son aldanma olacaktır.

m.sedat saygılı

31 Temmuz 2016 Pazar

ASIM ŞEN ' i kaybettik



Canımız  çok sevgili dostumuz Asım Şen' i kaybettik. Allah rahmet eylesin.  30.07.2016

Hayrullah abinin arşivinden  15.06.1980  serencebey hatırası.


24 Temmuz 2016 Pazar

DARBE 'nin ANALİZİ

Darbe denince aklıma gelen "darbeler, ülkelerin dış politikasını değiştirmek için yapılır" sözüdür. Yani Ali ile Veliyi değiştirmek için yapılmaz.
 Aklıma gelen ilk soru 15 temmuz bir  darbe midir ? yoksa  ülkeyi iç savaşa sürükleyecek bir operasyon mudur ?
Emir komuta zinciri  dahilinde olmadığı için başarı şansı fazla  olmayan teşebbüsün ,bu kadar zayiatı göze alarak inatla yapılmasının sebebi , ülkeyi iç savaşa sürüklemek için başlatılan ama başarılı olamayan güneydoğudaki hendek ve tuzak savaşının  devamı olarak  ülkeyi iç savaşa götürme operasyonu olduğu kuvvetli ihtimaldir.
Darbelerin başarılı olması için  iki şartın sağlanması gerekir .Birincisi darbe ortamının hazırlanması , ikincisi dış destektir.  Dış desteğin İngiltere olduğunu düşünüyorum ama darbe ortamının  sağlandığı söylenemez. Neden İngiltere ? Ülkedeki son darbe  ABD tarafından yapıldığından  sonraki darbenin karşıt tarafından  yapılması gerekir. Güneydoğudaki  ülkeyi bölme  teşebbüsü de ingilterenin  projesidir. Muhtar bile olamaz denen adamı ,devletin tepesine getiren amerikadır ve onun için mücadele edenler ve anayasa mahkemesine gidenler de  abd taraflı siyasetçilerdir.
Darbenin  başarısız olduğu söylense de kısmen başarılı olduğu söylenebilir. Darbenin en önemli  sonucu natonun sayılı ordularından Türk  ordusu fiilen bitmiştir. Balyoz ve Ergenekon operasyonları ile yaralanan  itibarı zedelenen  ordu, itibarını ve kadrosunu  tamamen kaybetmiştir. Askerler ,halk tarafından dövülmüş , polis tarafından gözaltına alınmış ,teslim olmuş tartaklanmıştır  ve bugün bir savaşta  hiçbir varlık gösteremeyecek hale düşmüştür.
 Bu kadar  geniş kadrosu olan  ve riski göze alan ,halka ateş açan, ülkesini bombalayan ,çok ince hesaplar yapıp , HK Komutanını  düğünden alıp Ankaraya götüren ,tüm komutanları hatta genel kurmay başkanını alıp Akıncılar üssüne götüren darbecilerin , çok basit bir iki şeyi nasıl göremediklerine şaşıyorum.
   Reisin halkı meydanlara çağırmasına fırsat vermeden ,neden öncelikli hedefleri reis olmadı.Marmarise o kadar mükemmel ama başarısız bir operasyon yapılacağına ,bunun daha pratik ve net bir yolu bulunamaz mıydı ?
   Seri katil denilen Atalay , öldüreceği genci takip için , onun arabasına bir cep telefonu yerleştiriyor ve  uzun zaman çalışması için çok güçlü piller takıyor.Telefon  sürekli konum bilgisi alıp bunu  mesajla atalaya gönderiyor. Tek başına, aranan , firari ve imkansız bir genç ,hedefini takip etmek için bunları yapıyor da , böyle  seviyeli ,güçlü organizasyon ,kafasından geçeni  bilip yazan  fuat avni gibi takipçi varken nasıl oluyor da darbeciler reisin yerini noktasal olarak bilemiyor ve  ellerinden kaçırıyor . Darbecilere verilen izin , reise dokunmamak şartı ile miydi ?
   Reisin aracına , uçağına ,hatta ayakkabısına koyacakları bir gps cihazı ile çok yakından takip edemezlermiydi ?
  Darbecilerin bu kadar kadrosu ve gücü varken  farklı bir strateji deneyerek darbe ortamı hazırlayamaz mıydı ?  Şöyle ki ;
  Ellerinde bu kadar  profesyonel  sat komandosu ve yetişmiş eleman varken basit bir operasyonla reise  bir şey  düzenlenip , peşinden  medya desteği ile kaos ortamı yaratılabilirdi.  Şeyi yapanlar kendini ele verip ,bahçeliden talimat aldığı söyleyebilirdi veya  iki pkk'cı kullanılıp ,demirtaştan emir aldıklarını söyleyip , darbecileri zarar görmekten kurtarabilirdi.
  Kaos ortamı ,ekonomik operasyonlarla desteklenip , borsa 60.000'e  indirilip ,dolar 3.3 seviyesine çıktığında  bezdirilmiş halk , 12 eylüldeki gibi  asker gelsin demeye başladığında , darbe yapılsa halkı karşısında değil yanında bulurdu . Hatta ve hatta bu durumda  komutanları da darbeye ikna edebilirlerdi.
   Şunu anlayamıyorum , bu kadar güçle neden bu kadar kötü sonuç alınıyor. Ve aklıma şu geliyor .Güney amerikadaki o meşhur darbede olduğu gibi son anda darbenin başarısız olmasına mı karar veriliyor. Ertesi gün , cia merkezinde " önemli değil, ölenlerin çoğu asi Arjantin milliyetçileriydi" dedikleri gibi , be defa da "önemli değil , mağdur olanların çoğu  fetullahçı ve pkk'cı askerlerdi" mi demişlerdir acaba.

2 Temmuz 2016 Cumartesi

Bu ülkede terör bitmez

Kimse şaşırmasın ,
MİT'in başındaki adam siyasetle uğraşırsa ülkenin de hali bu olur.
Şimdi açıklama yapıyorlar , daiş şüphesi varmış.Ben sıradan bir vatandaş olarak ,israille anlaşma yapıp, rusya ile yakınlaşılırken ,ingilterenin kontrolundaki daişle "yapmayın ,karşıyım" mesajı verdiğini ilk dakikada anladım.
Geriye dönüp sinegog saldırısına bakarsak ,sonrasında bir camiyi veya bizim evi değil de ,ingiliz bankası HSBC ve ingiliz konsolosluğunun bombalanması tesadüfi değildir. Mossad'ın mesajı açık ve netti :" biliyoruz,siz yaptınız"
Bir zaman ülkemize musallat olan asala vardı,Esenboğayı basıp , her gün dışarıda bir diplomatımızı öldürüyordu.Asalayla yurtdışı operasyonlarla mücadele edildi ve başarıldı.Devletin Hakan fidan'dan bir fayda gelmiyeceğini görüp, Mehmet Eymür ve Korkut Ekenden istifade etmelidir. Artık bu ülkeye maalesef bir Mahir Kaynak daha gelmeyecek .
Tansu Çilleri'in terörle mücadelede başarısı , MGK'dan 101 kişilik infaz listesi çıkarması ve bunu uygulamadaki kararlılığı olmuştur. Yani terörle mücadelenin esası kararlılığa dayanır. Çok söylediğim, idam ve polise vur emri ve yetkisi verilmeden ,sayın terörist lütfen teslim olurmusun , seni misafir etmek istiyoruz mantığı ile , daha çok masumun hayatını kaybettiğine şahit olacağız.
Sorumsuz  yönetim ,sorgulamayan halk oldukça ,yönetim  her seferinde hesabı sorulacaktır diye yalan söyledikçe , halk da bunu  kader  olarak kabul ettikçe , iktidar oy kaygısı uğruna tavrını koymadıkça , bu tavşan kaç tazı tut  oyunu  sürdükçe , bu ülkede  terör bitmeyecektir.
Allah başımızdakilere akıl ve samimiyet versin.

1.resim : Meclis başkanlığı yapan terörist pervin buldan. İnfaz edilen uyuşturucu baronu savaş buldanın eşi.
2.resim : İçerisinde 2 terörist öldürülen Van belediyesine ait görevli araç
3.resim : Veznecilerde 7 polisimizi şehit eden canlı bombanın cenaze töreni.Üzerinde pkk bayrağı ile.

m.sedat saygılı
 
 
 
 
 
 
 

27 Mayıs 2016 Cuma

27 MAYIS

08.08.2010  Mahir Kaynak


Ülkemizde siyasi tercihler genellikle inanmak üzerine kuruludur. Oysa inançtan da önemli saydığım gerçekleri bilmek her zaman ihmal edilir. Şu anda demokrasi inancı öylesine etkin ki olayların hangi projenin ürünü olduğunu kimse merak bile etmiyor. Projeden söz ederken bunun olumlu ya da olumsuz olduğunu söylemiyorum. Sadece nereye gidiyoruz sorusuna cevap arıyorum.
Mesela 27 Mayıs darbesinin kötü olduğunu söylemek yeterli değildir. O zaman ne olduğunun bilindiğini sanmıyorum ve şu soruları soruyorum: O günlerde ordu neredeyse tüm ihtiyaçlarını NATO örtüsü altında ABD’den sağlıyordu. Darbeden kısa bir süre öncesine kadar askerdim ve giydiğim ayakkabı bile ABD malıydı. DP’nin ABD karşıtı olduğunu gösteren hiçbir iz yoktu. Buna karşılık CHP lideri İnönü’nün ABD ve SSCB’nin etki alanı dışında bir Avrupa’nın kuruluşunu desteklediği biliniyordu ve “Yeni bir dünya kurulur Türkiye yerini alır” sözü ABD’ye karşı söylenmişti ve bu yeni dünya ile Avrupa Birliği’ni kastediyordu.
27 Mayıs darbesinden sonra sermaye çevreleri en küçük bir olumsuz tavır sergilemedi ve yeni Anayasa’nın sola açık olmasından bile rahatsız olmadılar. Bunun sebebi sonra anlaşıldı. Ansızın kurulan birçok sol örgüt ne CHP ne de sermaye karşıtı idi. Tek hasım olarak ABD’yi görüyorlardı ve bu ülkeyle iktisadi ilişkilerimiz SSCB’nin bile gerisindeyken onun emperyalizmine karşı mücadele ediyorlardı. Darbeden sonra orduda büyük bir tasfiye yaşandı ama bunun hangi kriterlere göre yapıldığı belli değildi.
Bugün Menderes ve arkadaşlarının idamını kınıyoruz ama bunun hangi siyasi hesaplarla yapıldığını ve bu kararı kimin aldığını bilmiyoruz. Buna darbecilerin karar verdiğini söylerseniz arkasında halkın olmadığını, demokrasi savaşçıları olarak bilidiğimiz müttefiklerimizin desteklemediğini kabul ederek ve sermayenin bunu desteklemesi için görünmeyen sebepler olduğunu gözardı ederek gerçekleri bilemeyiz. Şu anda bu darbenin tek sorumlusunun askerler olduğunu söyleyenler en güçsüz aktörü ön plana çıkararak asıl aktörlerin üstünü örttüklerinin farkında mı?
Bu darbenin blok içi rekabetin bir sonucu olduğunu, o günlerde en büyük güç olma yolunda olan ABD’ye karşı Avrupa’nın stratejik açıdan belirleyici rolü olan Türkiye’nin kontrolünü ele geçirmek için bu darbeyi planladığını söyledim ve gene aynı kanıdayım. Herkesin demokrasi mücadelesi yaparak ön plana çıktığı şu günlerde de eski alışkanlığımı sürdürüp sonuçlara bakarak sebepleri araştıracağım.
Bugüne kadar Türkiye’yi sınırları içinde korumak ve bunun temeli sayılan ideolojiyi değiştirmemek olan dünya görüşünün değişmesi sağlanıyor. Türkiye artık bölgesel bir güç olacağına göre bölgenin sosyal gerçeklerini kabul etmek zorundadır. Siyasi gücün ve buna dayanarak sağlanan bütünlüğün sosyal benzeşmeye değil siyasi güce ve bunu oluşturan faktörlere bağlı olduğunu kabul etmek gerekecektir. Mesela Kürt kimliğinin tanınmasının amacı ülke içinde ayrışma değil Kuzey Irak’la bütünleşmek olarak görülmektedir.
Yeni dönem tehlikeli sularda yelken açmaya benziyor. Ülkeyi yöneten siyaset ve uygulayıcı olan bürokrasi ortak hareket etmezse geminin batma tehlikesi bile vardır

29 Mayıs 2011  Darbeli Demokrasi  /  Mahir Kaynak


27 Mayıs darbesinin yıldönümünde eylemin gerekçesinin anlamsızlığı yanında haksız uygulamalardan, işkenceden söz edildi. Bir zamanlar bayram olarak kutlanan bu günü halkımız bu sefer yas günü ilan etti. Ne değişti de yönümüzü tersine çevirdik?
Ne geçmişte bu darbenin niçin yapıldığını biliyorduk ne de bugün biliyoruz. O günlerde iktidarın bazı uygulamalarının yanlışlığından söz ediliyordu. Eğer sebep buysa her ülkede her gün darbe yapılması gerekir. Çünkü birisi için doğru olan diğerine ters gelebilir hatta bunu bir ihanet olarak görebilir. Bugün de ihanetten söz edilmiyor mu?
Bu darbenin niçin ve kime karşı yapıldığını anlamak için şu soruya cevap verelim. Darbe Celal Bayar’ın önderlik ettiği bir siyasi harekete karşı yapılmıştı. Celal Bayar Atatürk’ün son başbakanı idi ve o günlerde İnönü ile Atatürk arasında ihtilaf olduğu, hatta İnönü’nün öldüğünün Atatürk’e söylendiği dillerdedir. Şu cevaplardan hangisi doğrudur: Atatürk kendi ilkelerine ihanet edecek kişiyi anlayamamış ve onu başbakan yapmıştır. Ya da darbe Atatürk çizgisini devam ettiren bir kişiye karşı yapılmıştır. Bu cevaplardan istediğinizi seçin.
Bir olayın gerçek sebebini bulmak için iç güçlerle dış güçler arasındaki ittifak ve ilişkileri tespit etmek gerekir. Ancak bu konuda ciddi bir engel vardır. Dış güçlerle ortak hareket edeni o gücün ajanı ilan ederiz ve her ikisinin ortak bir hedefte buluştuğunu kabul etmeyiz. Bu konuda hangi tarafın belirleyici olduğunu anlamak için taraflardan hangisinin  daha güçlü ve organize olduğunu belirlemek gerekir.

Yukarıdan bakıp genel bir analiz yaptığım zaman şunu görüyorum: İngiltere Türkiye’yi kendi nüfuz alanında görüyor ve bizim Ortadoğu’da İngiltere tarafından oluşturulan yapıya itiraz etmememizi hatta bunun savunucusu olmamızı istiyordu. İkinci Dünya Savaşından sonra ABD büyük güç olarak ortaya çıktı ve bölgedeki İngiliz egemenliği yerine kendi nüfuzunu yarattı. Türkiye bu yapının idamesi için kilit konumundaydı ve ABD’nin Türkiye üzerindeki etkisi artıyordu ve DP iktidarı bunu ülkenin geleceği için faydalı sayıyordu. Bu politikayla bölgede etkin güç olacağımızı ve kaybettiklerimizi zamanla kazanacağımızı düşünüyordu. Yani bugün izlenen politikaya benzer bir çizgisi vardı.

Diğer güç Türkiye’nin  Avrupa ile birlikte olmasını ve ABD nüfuzunun tasfiyesinden yanaydı. Yani yeni bir dünya kurulacak ve Türkiye yerini alacaktı.
27 Mayıstan sonra yapılan anayasa sola açıktı. Oysa ülkemizde ne halkın ne de askerlerin böyle bir talebi ve beklentisi vardı. Asker sol sözünü bile düşman olarak algılardı. Türkiye’deki sol hareketin en önemli özelliği ABD karşıtı olmasıydı. ABD’nin Türkiye ile ekonomik ilişkileri son derece zayıftı ve dış ticaret hacmimin SSCB ile olanın bile gerisindeydi. Bu nedenle Türkiye’deki sermaye de solu destekledi.

Türkiye’deki gelişmeleri, Kürt hareketi de dahil, dünyada oluşmakta olan yeni dengeden bağımsız inceleyemeyiz. Bu gibi durumlarda ülkedeki tüm güç odakları birlikte hareket etmezse iç çatışmalar ya da rekabet kaçınılmaz olur. Özellikle askerlerle yönetim arasında oluşturulmaya çalışılan zıtlığa dikkat etmemiz gerekir.

 


3 Mayıs 2016 Salı

Mahir Kaynak 11 ekim 2014 GÜNEYDEKİ OLAYLAR

11  ekim 2014  GÜNEYDEKİ  OLAYLAR
 
 
Bu olaylar bir sürpriz değildir. Arap baharından sonra olayların bu bölgede cereyan edeceğini çok önceden düşünüyordum. Bunu hatırlatmamın nedeni siyasi olayları analiz ederken kullandığım metodu tekrarlamakta olduğumu söylemektir. Buna sonuçlardan sebeplere diyorum ve önce olay gerçekleşirse kimin işine yarayacağını ve hangi ülkenin uygulamakta olduğu politikanın bir aşamasına benzediğinin tespiti ile olayın anlaşılmasının hem daha kolay hem de daha doğru olacağını ifade etmek istiyorum. İlk olarak dünyadaki çıkar çatışmalarına dayalı rekabet içindeki güç odaklarının kimler olduğunu düşündüm ve taraflardan birinin Avrupa, diğerinin ABD ve Rusya olduğuna karar verdim. Mücadele petrol kaynaklarını kontrol etmek amacı taşıyordu, bunu hangi taraf sağlarsa hem bağımsız olacağını hem de karşı tarafı kontrol edebileceğini düşündüm. Yani olayların ana sebebinin Ortadoğu petrolünün, Akdeniz üzerinden Avrupa’ya nakil yolunun kontrolü olduğu ama Doğu Akdeniz’in de önemli petrol ürününü taşımakta kullanılacağı ve bu nedenle karşı gücün burayı kontrol etmek isteyeceği ve bu gerekçelere dayalı olarak da hedefin Suriye olacağı şeklinde idi. Önce çatışmalar sünni ve şiiler arasında yapılıyor gibi bir intiba vardı. Ancak devam eden olaylarda bu çatışmada tarafların hedefinin farklı olduğu görünüyor. Avrupa, görünenin aksine, Irak ve Suriye’deki yönetimlerin İran’la işbirliği içinde olacağını ve bunun onlar için büyük bir kazanç olacağını düşünüyor ama karşı taraf petrolde sağladıkları egemenliği kaybetmek istemiyor ve bunda başarılı olurlarsa dünya üzerindeki petrolün büyük çoğunluğunun, kendileri tarafından yönlendirileceğini ve bunun etkisinin bir savaştan daha önemli olduğunu düşünüyor. Bu durumda Irak ve Suriye’deki bu ve benzeri olayların Avrupa tarafından desteklenebileceği düşünülebilir.
***
Bu büyük çatışmaya bölgedeki önemli güçlerden biri olan İran’ın dahil olmayacağı düşünülemez. İran’daki siyasi hareketler din farklılıkları üzerine kurulu değildir. Hatta farklılıkların uyum içinde bulunmasını tercih ederler. Öte yandan Suriye ve Irak Avrupa ile ortak olacak bir yönetim kontrolünde olursa ABD ve Rus ekseninin kaybetme ihtimali ortaya çıkar.
Avrupa’nın Türkiye üzerindeki politikası ise şöyle özetlenebilir: Kürtlerin Türkiye’den ayrılarak Irak’la bütünleşmesini sağlamak. Zira Saddam Avrupa ile yakındı. Zaten Baas ideolojisini onların yaptığı ve Irak ile Suriye’de uygulanan bir ideolojiydi. Avrupa’nın tahrik ettiği ayrılıkçılık hareketinden umdukları duruma göre küçülen Türkiye ise daha zengin, eğitimli olacaktı ve AB’ye alınacaktı. Onlara göre böyle bir Türkiye, Ortadoğu’daki etkinliğini kaybedeceği için bölgede yönetenlerden biri değil yönetilen bir ülke olacaktı. Bu nedenle yıllardır sürdürülen terör eylemleri de Avrupa tarafından tahrik edildi Kürt Türk ayrımcılığı oluşturuldu. Oysa vatandaşlarımız arasında böyle bir ayrımcılık olmamıştır. Bana göre ABD’nin Irak harekatının asıl sebebi de Avrupa’nın bu hedefini engellemek ve petrolün kontrolünü bizzat elinde tutmak amacına matuftur.
Avrupa’nın hayati enerji ihtiyacı sebebiyle kontrolü ele geçirme hedefi devam etmekte ve Kürt Türk çatışması çıkararak emeline ulaşma çabaları devam etmektedir. Ancak geçmişten beri Kürtler ve Türkler ortak bir devletin vatandaşları oldukları için benzer kültürlere sahiptirler. Farklılaşarak küçülmek işlerine yaramaz. Maalesef yıllardan beri Avrupa’nın Kürt politikasını yönetenler bir yanda PKK’yı bölücü örgüte dönüştürmek istedi diğer yandan Türkiye’yi bölünme tehlikesi altında olduğuna inandırarak demokratikleşme hareketlerini yavaşlatma nedeni oldu. Böyle bir ayrışma hareketinin alt yapısı aslında her iki tarafta da yok, çözüm sürecine karşı olunması ve çözmek için gayret sarf edenlerin karşısında durulması anlamsızdır. Provokasyonlar büyümesi gereken Türkiye’yi sarsmamalıdır. Halklarımız birdir ve bütündür.

10 Ocak 2016 Pazar

Sevgili Gençler Biz Bu Oyunu Daha Önce Gördük ( Orhan Kavuncu )


Sevgili Gençler Biz Bu Oyunu Daha Önce Gördük

08 Ocak 2016
Yine üniversiteler karışıyor. Aslında karıştırılıyor demek daha doğru. Geçtiğimiz yıllarda nadirattan olan öğrenci çatışmaları şimdi hemen her üniversite kampüsünde ve sık sık olmaya başladı. Bu aslında hayra alamet değil.
 
Astrolojiye filan itibar etmem ama bu sene bir öfke krizi bölgemizde tırmanıyor. İyi saatte olsunlar insanların sakin düşünmesini engelleyecek, öfkelerini tırmandıracak hokus pokus mu yapıyor, yoksa güneş sistemi öyle bir öfke kanalına mı girdi bilemiyorum. Ama bir taraftan IŞİD, bir taraftan İran Rusya ittifakının Suriye’deki operasyonları, bir taraftan PYD’nin Suriye sınırımızdaki etkinliği derken İran Suudi Arabistan krizi patlak verdi. İşin şakası bir yana bu gelişmeleri esrarengiz güçlerin etkisiyle açıklamak yerine, sebepleri üzerinde düşünmek şüphesiz en akılcı yoldur.
1968 gençlik olaylarında olduğu gibi, şimdi de etrafımızdaki olaylar Türkiye’nin içine sıçrıyor. Gençlerin akıllı olması lazım, kimsenin oyununa alet olmamaları lazım. 2012’de üniversiteye dönmüş olmamın bir faydası oldu; gençlerle daha sık görüşüyorum. Ülkü Ocaklı, Alperen Ocaklı gençler, hatta nadiren kolektiften gençlerle sohbet ediyorum. Onların cevaplamasını istediğim soru, “kavga etmelerinin, üniversitede fiziki hâkimiyet mücadelesine girişmenin, üniversite kampüslerini kendileri için birer kurtarılmış bölge haline getirmenin kime ne faydası olacak” sorusudur. Bu yollara başvurmaktan kendini alamayan gençler ya illegal örgütlere girmişlerdir; ya da onlar tarafından kullanılmaktadırlar. 12 Eylül öncesi böylesi illegal örgütler arasında darbeyi meşrulaştırmak isteyen cuntaların kontrolünde olanlar da vardı. İnşallah şimdi bir şekilde devletin şu ya da bu kurumuyla ilişkilendirilecek gençlik örgütleri yoktur. Velhasıl gençlerin uyanık olmaları lazım. Kimsenin piyonu olmamaları lazım.
 
Geçenlerde bir gencimizle sohbet ederken bir de baktım ki 40–45 sene önce babam ve Nuri Gürgür ağabeyim bana ne söylüyorsa ben de gencimize aynı şeyleri söylüyorum. Rahmetli babam son sınıftayken “oğlum okulunu bitirsen, hayata atılsan, bir işin gelirin olsa memlekete daha iyi hizmet edersin” deyince ben de “babacığım ben okulu bitirene kadar memleket elden giderse ne olacak” demiştim. O sohbetin üzerinden 20 küsur sene geçmişti; babam beni profesör olduğum için tebrik ederken, “bak memleket yerinde duruyor değil mi?” demişti ve ben gerçekten mahcup olmuştum.
Nuri ağabey de, 1969-70’lerde “üniversitedeki günübirlik kavgalara bulaşmayıp, okulumu bitirip hayata atılırsam, bu arada mesleğim dışında da kendimi yetiştirirsem davama daha faydalı olacağımı” anlatıyordu. Tabii gençtik, kanımız kaynıyordu; ondan da önemlisi hasımlarımız biz kavgaya icbar ediyordu. Buna rağmen çok şükür okulumu bitirdim ve hayata atıldım, davamdan da hiç taviz vermedim, yani fikri kimliğimi hiç saklamadım, o kimliğin gerektirdiği işleri de yaptım. Şimdi geriye bakıyorum da rahmetli babama ve Nuri ağabeye teşekkür ediyorum.
 
Bir de gençlerin bilmesi gereken önemli bir şey, bir fikrin, o fikrin mensuplarını öldürmekle, dövmekle, kaçırmakla yok edilemeyeceğidir. Fikre karşı fikirle mücadele edilir. Hasımlarınız size, yani fikri kimliğinize hayat hakkı tanımıyor mu? Mücadele ediniz, ama onların seviyesine inmeden. Yani onlar size sopayla saldırdı ise siz de onlara sopayla saldırmayınız. Üniversite yönetimine şikâyetinizi yazılı olarak yapınız. Ülkücü hareket bugünkü noktaya çok çile çekerek geldi gençler. Bütün iftiralara, hala yazılıp çizilenlere kulak asmayınız. Biz hiç bir zaman saldıran taraf olmadık. Ne kadar mazlum, mağdur olduysak o kadar saldırgan, vahşi acımasız ilan edildik. Ama biz kendimiz biliyoruz ve ben kendi vicdanımda hareketimizi mağdur, mazlum bir hareket olarak tanımlıyorum. Vakarınızdan, izzet-i nefsinizden taviz verin demiyorum, silik şahsiyetler olmanızı asla tavsiye etmem. Ama cesaret, yiğitlik illa da kavgayla ispat edilmez; mazlum kalarak da yiğit ve vakarlı gençler olmanın yolunu bulun gençler; biz bulmuştuk.
 
Derslerinizi sakın ihmal etmeyin, benim fikirlerimi biliyorsunuz, Sizlerin de benim fikir manzumeme sahip olmanızı isterim. Amma bilirim ki itirazı olanlar vardır, hem de çoktur. Onlara da eyvallah, yeter ki gelin konuşalım. Özeti iyi olun, kötü olmayın.
 
Allah şerlerin belasından sizleri sakınsın. Allaha emanet olun.